10 Mart 2008 Pazartesi

editörden Merhaba




Aslına bakacak olursak, merkez, yetkilerini yerel yönetimlere aktarmayı istediğini her fırsatta tekrarlıyor.

Esasında, işin bu yönü pek araştırılmış olmasa da, (dini dogmacılığı bundan arındırırsak) tarihimiz yerel yönetimlerin tarihi. İçimizde liderlik vasfı taşıyan birçok deneyimli insan var. Bu, tarihimizden gelen bir miras. Avrupa'daki derebeylerden farklı olarak, güçleri sömürü ve askeri güçte değil, kişisel başarılarında yatıyor. Ne yaparsanız yapın, başarılarını sürdürüyorlar, halk tarafından seviliyorlar. Buna karşı direnmek, tarihimizin de inkarı demek. Atatürk de halk evlerini açıyor, yerellerde dallarında eğitimli insanlar tarafından ileride oluşturulabilecek bir çeşit idari karar mekanizmalarının ve yerel meslek eğitiminin tohumlarını atıyor.

Son evrede, denetimsiz derebeylerin zararları yüzünden Osmanlı bunlarla çok mücadeleler içine düşüyor. Bu yüzden biz bunun kötü bir şey olduğunu zannediyoruz ama onlar denetimsizdi.

Bugün ise, sistem birkaç parti başkanı ve bazı cumhurbaşkanları dışında hiçbir deneyime liderlik ve halkı kalkındırma yetkisi tanımıyor. Bakanlar bile onlardan izin alıyor. Bir tür çok partili idari Maoculuk.

Bunun en büyük zararına geleceğimizi görememekle, planlayamamakla uğruyoruz. Ayrıca, her seçimden sonra yaşadığımız partizanlıklar da buna ekleniyor. Aynı şekilde, ihale sisteminin kayıtsız şartsız belli kurallara ve ucu açık iptal sebeplerine dayanması, kişisel ablukalara karşı zaafiyet içinde olması da, ister piyasalarda ister siyasette olsun, verimli iş yapan lider firma ve bireylerin hak ettikleri güce ulaşamamasına neden oluyor, holdinglere alternatif çıkmıyor. Maliyeti belli ihalelerde teklif fiyatı bu maliyetin yarısına kadar çekilebiliyor. Kimse de "peki, sen nereden para kazanacaksın, bir anlat" demiyor. Demiyor çünkü orada toplumun kalpleriyle güvendiği, toplumun sevgisini arkasına almış bir lider yok!... Böylece, mesela belediyenin ızgara ihalelerini, başka illerdeki belediyelerin ızgaralarını çalarak yerine getirmek ve anında zengin olabilmek bile mümkün olabiliyor. O işe yıllarını vermiş, eleman çalıştıran işletmeler ise büyüyemiyor, zaman akıp gidiyor ve sermaye birikimi bir türlü oluşamıyor. Dolayısıyla da, ekonominin temeli olan KOBİ'ler bir türlü istikrar kazanamıyor. Sonuçta, işsizliğe, hırsızlığa, cahilliğe, kalitesizliğe hep birlikte mahkum oluyoruz.

Ama bu konuda meslek kuruluşları hep birlikte inisiyatifi ele alabilirler. Tabii, eksiksiz hepsi üyelerinin gündelik hayatlarında da var olabilir ve birlikte çalışabilirlerse.

Esenlikle...

Kadınlar Günü ve Türkiye'de Kadın, Siyaset




İlksen Sorguç Dinçer, Ka-Der Mersin Temsilcisi

  • Kadınlar gününün başlangıcı nasıl olmuş?

    8 Mart 1857'de ABD'nin New York kentinde konfeksiyon ve tekstil fabrikasında çalışan 40 bin işçinin insanlık dışı çalışma koşullarına ve düşük ücrete karşı başlattığı grev polis saldırısıyla kanlı bitti. Saldırı sırasında çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi can verdi. 1910 yılında da Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da bir araya gelen İkinci Enternasyonal'e bağlı kadınlar toplantısında Alman Sosyal Demokrat Parti önderliğinde Clerea Zetkin, bu yangında yaşamını yitiren 129 kadın işçi anısına 8 Mart gününün dünya emekçi kadınlar günü olarak kutlanmasını önerdi. Kadın hakları hareketini, özellikle oy hakkını onurlandırmayı amaçlayan kadınlar günü önerisi oy birliği ile kabul edildi.

  • Öncelikle Kadınlar Günüyle ilgili ne söylemek istiyorsunuz?

    KADER olarak bu yıl 8 Mart Dünya Kadınlar Günüyle ilgili kutlama etkinliklerimizde özellikle "Kadınlar Günümüz Kutlu Olsun" cümlesini üstüne basa basa kullandık. Hep afişlerde kadınlar günümüz kutlanıyor ama sorunlarımız çözümlenmiyor. Biz de kendi günümüzü kendi aramızda kutlamaya karar verdik. 13 Mart saat 13:00'te Suphi Öner Öğretmen Evinde Genel Başkanımız Hülya Gülbahar'ın da katılımıyla bir etkinlik düzenledik. Katılımcı olarak; özellikle kadın dernekleri dediğimiz sivil toplum kuruluşu üyeleri ve çok az sayıda da olsa seçilmiş meclis üyelerimiz, seçilmiş kadın muhtarlar, onun dışında siyasi partilerden ilişkiye girebildiğimiz kadarıyla müsait olanlar yer alacak. Yine Arslanköy Kadın Tiyatro Topluluğunun kadının yaşadığı şiddete yönelik bir gösterisi olacak.

  • Biz kadınlar ne istiyoruz?

    Memleketin yarısı olarak varız ama yine yarısı olan erkeklerin karar verdiği bir ülkede kadınların söz hakkı olmadan yönetiliyoruz. Bu şekilde yaşıyoruz.

    KADER olarak 1997'den beri kadınların sadece siyasi parti anlamında veya Mecliste temsil edilme anlamında değil, bütün karar mekanizmalarında temsil edilmesi, yer alması şeklinde bir çalışma yürütüyoruz. Kararların alındığı yer meclisler. Baroya kayıtlı kadın avukat oranı % 34 iken, kadın baro başkanı %7. İlköğretimde %48, orta öğrenimde %41, teknik lisede %39 kadın öğretmen oranı yer alırken kadın okul yöneticisi oranı %7.

    Yerel yönetimlerde yönetici pozisyonundaki kadın oranı çok daha vahim. Belediye başkan oranı %0,6. Belediye meclis üyesi %2,3, il genel meclisi üyesi %11,8. Bizim isteğimiz, kadınların güçlerinin artık farkına varmaları. Erkek demokrasiden gerçek demokrasiye geçmek için tek çözüm kota.
  • Jansen Planı




    Mersin A : Mersin turizm imkanlarını tartışırken, merkez kentin yapılaşmasını gözden kaçırıyor. Bize göre, potansiyellerin tespit edilip değerlendirme yollarının aranması ve bu yolların açılması, ilgili konularda "yetişmiş" beyin gücünün dikkate alınmasını ve sistemin en tepesine konumlandırılmasını gerektirir.

    Mersin'in, söylendiğinin aksine, tüm ilçeleriyle birlikte bir kimliğinin olduğunu sürekli ifade ediyoruz. Olmadığını iddia etmek, bize göre de yeni bir kimliğin yamanması çabalarına hizmet etmektedir.

    Bugün gelinen noktada, tarım, ticaret, sanayi, turizm, yerleşim, kreatif ve kamu alanlarının, şehrin kendi içiyle ve dışıyla olan bağlantılarına hizmet etmediği açıkça görülmektedir. Birkaç yıl önce bu yapı ile trafiğin dahi zorlanacağı söylendiğinde, bu söz ciddiye alınmıyordu. Benzer plansızlıklar gelecekte, çözümü mümkün olmayacak ve potansiyellerin değerlendirilmesini engelleyip refah seviyesinin artmasını imkansız hale getirecek faktörlerin sebebi olacaktır.

    Bilinmelidir ki, turizmi yaratan öğe, otellerin ve acentaların varlığı değil, kentin yapısı ve içinde yaşayanların etkinlikleridir. Diğer etkenler bunu zenginleştirir ya da ortadan kaldırır. Turizmin yanı sıra, diğer tüm iktisadi faaliyetler de kent dokusundan doğrudan etkilenir.

    Ancak, hemen tekrarlamak gerekir ki, siyasetin ve sektörlerin baskı ve müdahaleleri, kişisel tercihlerin ön plana geçmesi, sektörlerdeki işletmelerin vizyon ve hedeflerinin ön planda tutulmaması gibi sürekliliği olmayan tasarruflar, hem bütün yatırımların heba olmasına sebep olacak hem de hayat standartlarını, emniyeti ve insan kalitesini olumsuz etkileyecek tehlikelerdir.

    ---

    Kurtuluş Savaşı bitmiş, yeni bir ülke kurulmuş, genç Türkiye'ye yakışır bir başkent yaratma zamanı gelmiştir. İlk şehir planlaması başkent Ankara'ya yapılacaktır. O zamanlar, planlama branşı dünyada yeni yeni gelişmekte olduğu için, bu işler günümüz tabiriyle mimar plancı dediğimiz mimarlar tarafından yapılmaktadır ve sayıları oldukça azdır. Atatürk tarafından yapılan müdahaleyle 1927 yılında Ankara'nın şehir planını hazırlamak için beş kişinin davet edildiği uluslararası bir yarışma düzenlenir.

    19'uncu yüzyılın sonlarında, mimarlık ve kentsel tasarım alanında Orta Avrupa'daki önemli isimlerden biri olan Camillo Sitte'nin öğrencisi mimar şehirci Hermann Jansen
    yarışmayı kazanır ve çalışmalarına başlar. 1930'lu yılların başlarında plan biter ve uygulamaya geçilir. Ancak, plan zaman içerisinde aynen bugün olduğu gibi değişikliğe uğrar. Jansen, planının arkasında durur, aynen uygulamaya çalışır. Ama baskılar artınca 1939 yılında 11 yıl plancılık ve danışmanlık yaptığı Ankara'daki görevinden ayrılır.

    Jansen Ankara'da plan çalışmaları yaptığı dönemde o dönemki belediye başkanımız Toroğlu tarafından Mersin'e davet edilir. Görüşmeler yapılır ve Mersin'in planlaması da bu önemli mimara verilir. Jansen 1938 yılında Mersin'in ilk şehir planını teslim eder. Aynı yıllarda Tarsus, Adana, Ceyhan planlarını da yapar. Böylelikle Çukurova şehir plancılığına önemli bir damga vurur. Ancak, zamanla yerel yönetimler değişir, menfaatler gelişir ve Jansen'in uzun vadeli planı buralarda da sekteye uğrar.



    Hermann Jansen tarafından hazırlanmış olan 1938 Mersin İmar Planı


    19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Mersin kentinin fiziksel gelişimi şematik olarak gösterilmiştir.
    Şema hazırlanırken altlık olarak 1938 yılında hazırlanılan Jansen Planı’ndan yararlanılmıştır.



    Mersin'in eski görünümü




    Mersin'in şimdiki görünümü


    Tolga Ünlü, Yrd. Doç. Dr., Şehir Plancıları Odası Mersin İl Temsilcisi

  • 70 yıl önce zahmetlerle yapılan böylesine önemli bir plan neden uygulanamıyor?

    Jansen Mersin için önemli bir fırsatmış. Bugün baktığımızda, planının uygulanmamış olduğunu görüyoruz. Planların uygulanması öncelikle yerel yönetimlere bağlı. Yerel yönetimlerin o planların arkasında durması lazım, benimsemesi lazım. Ayrıca, plancıyla yerel yönetimin plan uygulama sürecinde de birlikte çalışması lazım. Planlar üretiliyor, belediyeye teslim ediliyor ve planların uygulama sürecinde o planı yapan şehir plancıları süreçten çıkarılıyorlar. Dolayısıyla, belediyeye teslim edilen planın özünden ne kadar sapılıp sapılmadığı konusunda bir denetleme mekanizması oluşturulamıyor. Diğer yandan, planların üretilmesi aşamasında bu plana şehrin ne kadar katıldığı, şehrin ne kadarının haberi olduğu da ciddi problemler.

  • Jansen'in planında nasıl bir Mersin yaratılmıştı?

    Jansen'e göre "Mersin'in karakteri"ni belirleyecek iki önemli unsur bulunmaktadır. Liman bunlardan birincisidir ve kentin bir "ticaret şehri" olarak gelişmesini sağlayacaktır.

    İkincisi ise, Mersin'in "plaj şehri" olmasını sağlayacak denizidir. Dolayısıyla, Jansen'in plan hazırlama sürecini bu iki unsuru göz önünde bulundurarak yürüttüğü anlaşılmaktadır.

    Ticaret şehri olarak öngörülen bölüm şehrin daha önce yapılaşmış alanlarıdır ve bu bölge Jansen Planında "eski şehir" olarak adlandırılmaktadır.

    "Gelişme bölgeleri" olarak tanımlanan alanlarda ise konut alanları ile rekreatif kullanımların ön planda tutulduğu, bu bağlamda denizin en önemli tasarım elemanı olarak kullanıldığı görülmektedir. Denizi tasarım unsuru olarak kullanmanın ifadesi, en iyi şekilde sahil boyunca uzanan "sahil promenadı" ile somutlanmaktadır. Bunun yanında, sahil promenadından kuzeye açılımlar sağlayan yaya koridorları da, kentin denizle ilişkisini kuvvetlendirmektedir.

    Bu çerçevede, Jansen Planı genel anlamda hem karakter olarak hem de arazi kullanım kararları yönünden iki ana bölgeye ayrılmıştır. Eski şehir ve gelişme alanları olarak tanımlanan bu bölgelerde farklı tasarım yaklaşımlarının gözetildiği anlaşılmaktadır. Eski şehir, var olan karakteriyle korunmuş, oluşmuş olan kentsel dokuya herhangi bir müdahalede bulunmaktan kaçınılmış ya da çok kısıtlı müdahaleler geliştirilmiştir.

    Bu çerçevede, eski şehirde genel anlamda Camillo Sitte yaklaşımının gözetildiği görülmektedir. Bu yaklaşım, kültürel mirasın günümüze kadar taşınabilmesine olanak sağlamıştır. Ancak, daha sonraki planlama dönemlerinde bu alanlarda yapılaşma denetiminin yönetmelikler üzerinden kurgulanması; arazi kullanımlarının ve yoğunlukların dağılımlarının sağlıklı bir biçimde yönlendirilememesine, bu alanlarda yoğunlukların ve merkezi faaliyetlerin zaman içerisinde artmasına neden olmuş ve bu alanlar, yeterli kentsel servislerden yoksunluk, ulaşım altyapısının yetersizliği gibi sorunların artarak günümüze kadar ulaştığı kent parçalarına dönüştürmüştür.

    Gelişme alanlarında ise Hermann Jansen'in bahçekent anlayışına dayanan farklı bir planlama yaklaşımı geliştirdiği görülmektedir. Gelişme alanlarındaki konut bölgelerinin rekreatif kullanımlar ile birlikte gelişmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu gelişmenin aynı zamanda parsel ölçeğinde değil, ufak kent parçaları temelinde olması gerekliliği vurgulanmıştır. Bu da Jansen'in diğer deneyimlerinde de görülen Siedlung (mahallere dayalı büyüme) yaklaşımının bir göstergesidir. Bununla birlikte, kentin kuzeyinde düşük gelirliler için bir "amele mahallesi" oluşturulacağı belirtilmiştir. Bahçekent vizyonu çerçevesinde önerilen gelişme alanları ve amele mahallesi hayata geçirilememiştir. Ancak, bunun temel nedeni, plan kararlarındaki eksiklikler değil, mülkiyetin dönüşümü ile ilgili süreçlerdir. Söz konusu alanlarda sorun, tarımsal alanların vizyona ve plana uygun kentsel arsalara dönüşememiş olmasıdır. Bu durum, Jansen'in yeni mahallelerinin, tasarlandığı biçimde oluşmasını engellemiş, bu alanlarda kentsel mekanın biçimlenmesi sürecini sonraki plan dönemlerine ötelemiştir.

  • Bugüne baktığımızda Jansen Planı özellikle hangi noktalarda uygulanmamış? Tam olarak uygulansaydı şehrin kimliğini nasıl etkilerdi?

    Hermann Jansen'in planı 1938 yılında yapıldı. O günün koşullarına göre Mersin için büyük bir fırsat barındırıyordu. Ancak, o plana baktığımızda, bugüne kalan herhangi bir şey görmüyoruz. Jansen'in planında kent temel olarak ikiye ayrılmıştı; eski ve yeni kent. Eski kent denen yer bugün iki kilise arasında kalan bölge (Latin Katolik Kilisesi, Arap Ortodoks Kilisesi arasındaki bölüm) ve korunacak bölge. Zaten o bölgenin Mersin'in en eski bölgesi olduğunu biliyoruz.

    Jansen plan yapmaya başladığında bölge, zaten tamamen yapılaşmış bir bölge ve diğer bölgelerde de yeni gelişme alanlarının olduğunu görüyoruz. "Korunacak bölge" olarak tarif ettiği bölgenin kısmen korunduğunu ama yine kısmen uygun olmayan müdahalelere maruz kaldığını biliyoruz. Mesela Mersin'in kent kimliğinin oluşmasına çok katkı sağlayabilecek yapılaşmanın yer aldığı Uray Caddesi ve çevresinin, Atatürk Caddesi'nin müdahalelerle bozulduğunu ve korunamadığını görüyoruz. Bu anlamda Jansen planında o korunacak bölge eğer korunsaydı Mersin'in belki de turizm açısından kimliğinin oluşmasında çok önemli bir potansiyel olacaktı.

    Şimdi bizim geliştirmeye çalıştığımız Mersin kent merkezini canlandırma projesinde, biz o bölgeyi özellikle ele alıyoruz. O bölgenin tekrar canlandırılması ve kent kimliğini kazanması için çalışıyoruz. Buradaki önemli nokta… Mesela, Avrupa kentlerine gittiğinizde, her kentin merkezinin Ortaçağdan beri korunduğunu görürsünüz. Yüzyıllar boyunca korunmuş bir kent merkezinin, yapılaşma koşulları, yapılaşma karakteri ve kimliğiyle korunduğunu ve gelişme alanlarının da çevrede verildiğini görüyoruz. Jansen Planında da aynı şey yapılmış, kent merkezi korunmaya çalışılmış ve yeni gelişme alanları kent merkezinin çevresinde önerilmeye çalışılmış. Biz kent merkezini koruyamamışız ve dediğim gibi, kent kimliğini oluşturacak önemli potansiyellerden bir tanesini kaybetmişiz.

    Avrupa kentlerine baktığımızda… Avrupa kentlerinin kimliğinin aslında o kent merkezlerinde oluştuğunu görüyorsunuz. İtalya şehirlerinde, Orta Avrupa şehirlerinde kent merkezlerinin o tarihi dokusu, kültürel dokusu o kentin kimliğinin önemli bir parçasıdır. Biz böyle bir potansiyeli kaybetmişiz.

    Hermann Jansen tarafından önerilen konut alanlarına baktığımızda, geniş bahçeler içinde tek ya da iki katlı binaların yer aldığı bir kentsel doku önerdiğini görüyoruz. Mesela eski Mersin fotoğraflarına baktığımızda, bu binaların kısmen Çamlıbel civarında oluştuğunu görüyoruz. Halen Çamlıbel'de bunun göstergesi olan yapılar tek tek var. Bugün Fortis Bank olarak kullanılan bina o dönemki yapılaşmaya işaret eden binalardan bir tanesi. Yani Jansen planında oluşabilecek dokunun parçalarından bir tanesiymiş. Ama bugüne gelindiğinde parsel bazındaki yapılaşmanın dezavantajlarından bir tanesini görüyoruz. Bugün Çin'de de iki katlı üç katlı yapılar yerine apartmanların, yüksek binaların oluşmaya başladığını görüyoruz ve kentin giderek kimliksizleşmeye başladığını görüyoruz. Aslında Jansen Planı Mersin'in kentsel kimliğinin oluşmasına yönelik önemli bir potansiyelmiş. Fakat biz bunu çok iyi kullanamamışız.

    JANSEN PLANI HAKKINDA

    Jansen, geliştirdiği planda Mersin kentinin özelliklerini koruyarak, gelişme alanlarında Bahçekent planlama ve tasarım ilkelerine göre farklı karakterde yerleşim alanlarının oluşturulmasını amaçladığı ve kentsel mekanın biçimlenmesine yönelik bir vizyon ortaya koyduğu görülmektedir.

    Ancak, Jansen Planı’nın ardından hazırlanan planların Mersin kentine bir karakter oluşturmaktan çok kentsel mekânda aynılaşmayı ürettiği anlaşılmaktadır. Özellikle, İller Bankası Planı’nın mekânda aynılaşmanın üretilmesinde etkin bir rolünün olduğu anlaşılmaktadır. Kent merkezindeki alanlara yönelik plan kararları üretmekten çok bu alanda kentsel mekânın biçimlenmesinin yönetmelik hükümlerine bırakılması, bir yandan kent merkezinde mekânsal niteliklerin üretilmesini kısıtlarken diğer yandan yönetmeliklerde yapılan değişikliklerle yoğunluğun artmasına neden olmuştur. Diğer yandan, İller Bankası Planı gelişmenin denetiminde de etkin olamamış ve Mersin’de hisseli parselasyona dayalı yapılaşmaların oluşmasını engelleyememiştir. Bu oluşumlar, günümüzde de Mersin’de öncelikli sorunlardan biri haline gelmiştir.

    1980’li yıllardan sonra yoğunlaşan planlama çalışmaları da kentsel karakterin oluşmasını, Mersin’in kendine özgü özelliklerinin canlanmasını sağlamaktan uzak kalmıştır. Bu planlarda da kent merkezinde mekânın biçimlenmesi yönetmelik hükümlerine bırakılırken hisseli parselasyon oluşumlarına yönelik etkin çözümler üretilememiştir.

    Bu planlarda dikkat çeken, kentsel mekânın niteliklerini oluşturmanın değil imar parseli üretmenin öncelikli bir duruma gelmesidir. Bu kapsamda, imar planları, parsel ölçeğinde yapı ruhsatı verilmesi için kullanılan bir araç haline gelmekte, ancak kentsel gelişimin denetimi ve kentsel mekânın biçimlendirilmesi süreçlerinin yönetiminde yetersiz kalmakta, kente karakter kazandırmaktan uzak kalmaktadır.

    Plansız dönemle karşılaştırıldığında, planlı dönemde kentin hızlı bir büyüme gösterdiği görülmektedir. Bu süreçte, kentsel bütünlüğü sağlamak ve kente belirgin bir karakter kazandırmak kapsamlı politikalar ve etkin bir denetim mekanizması gerektirmektedir. Araştırma, planlı dönemde gerçekleşen hızlı kentsel gelişme karşısında planların bu yönde etkin bir çerçeve sunmakta yetersiz kaldığını, sorunların oluşması öncesinde müdahale biçimleri üretemediğini, tepkisel bir davranış biçimi geliştirdiğini, bu anlamda planların kentsel gelişimin ve kentsel sorunların arkasında kaldığını göstermektedir. Bu çerçevede, özellikle İller Bankası planı ile başlayan dönemde, Mersin kentine yönelik üretilmiş planlar edilgen kalmışlar ve kentsel gelişme karşısında parsel üretimine odaklanmıştır. Böylece, Mersin yapıların tek tek parsellerle üretildiği bir şehir ve kentsel mekânın nitelik kazanamadığı bir yapı yığını haline gelmiştir. Diğer bir anlatımla, planlama süreci, kentsel karakterin oluşmasından çok binaların üretimi temelinde kentsel mekânın aynılaştığı bir sonucu beraberinde getirmiştir.

    Bununla birlikte, araştırma, kentsel mekânda farklılaşmanın, plan kararlarının dışına çıkma veya plan kararlarını değiştirme yoluyla gerçekleştiğini göstermiştir. Bunun araçları ise mevzi imar planları, imar ıslah planları ve plan değişiklikleri olmuştur. Diğer bir anlatımla, imar planları kentsel mekânda biçimlenmeyi yönetmekte yetersiz kalmıştır. Bunun sonucunda ise bireylerin kendi çözümlerini üretme çabalarının ifadesi olan plan değişiklikleri bu süreçte etkin olarak kullanılan araçlar olmuştur.

    Yukarıda da değinildiği gibi, Türkiye planlama sisteminde imar planları, kentsel mekânın biçimlenmesi sürecini tek başına yönetmekte ve kentin niteliklerini ön plana çıkarmakta yetersiz kalmaktadır. Bu doğrultuda, kentlerin karakter kazanmasını sağlayacak yeni planlama araçlarının üretilmesi bir zorunluluk halini almıştır. Plan kararlarının kentlerin özelliklerine göre üretilmesini ve uygulanmasını sağlayacak, kentsel mekânın nitelik kazanmasına olanak tanıyacak araçlara gereksinim duyulmaktadır.

    Bu süreçte, yerel yönetimler etkin bir konumda bulunmaktadır. Kentsel mekâna nitelik kazandıracak planlama araçlarının üretilmesinde, bu üretim sürecinde meslek adamlarının, yerel inisiyatiflerin ve diğer aktörlerin katılımının sağlanacağı ortamların oluşturulmasında ve sürecin işleyişinde yerel yönetimler merkezî bir konumda yer almaktadır. Bu kapsamda, kentsel mekanda bireysel üretime odaklanan planlama anlayışından öte birlikteliğe ve eşgüdüme öncelik veren, kentler için vizyon ve stratejiler geliştirmeyi öncelikli hale getiren bir yaklaşım teşvik edilmelidir.

    Tolga Ünlü, Yrd. Doç. Dr.
  • Tuncay Özkan




    MERSİN'E KISA SÜRELİ KONUK

    Mersin A : Bu ay birden bire Tuncay Özkan'ın Mersin'e geleceği haberi yayıldı. Adana Havalimanından itibaren kendisini izlemeye, ilerisi için anlatacağı kadarıyla planlarını öğrenmeye ve Mersin hakkındaki düşüncelerini almaya karar verdik ve o gün yola çıktık. Halkı iten kakan korumalar olmadığı halde kendinden emin bir şekilde kalabalıkların içine girdi, düşüncelerini anlattı, insanları dinledi.

    Müteakip günlerdeki televizyon programının hemen ilk bölümlerinde Mersin hakkında bir şeyler anlatacak oldu ama tam istediği gibi anlatamadı. Ama sonradan Mersin'i Türkiye'nin gündemine oturttu. Belli ki, olumlu olumsuz etkilendiği pek çok durumla karşılaşmıştı. Dışarıdan zannedildiği gibi bir bölge olmadığına şahit olmuş olsa gerek. Aynı şekilde, sadece milletvekillerimizi değil, diğer siyasetçileri de ilimize bekliyoruz. Ama vaatleri değil. Burada kendilerine anlatılacak ve sorulacak çok şey var.

    Konuşmaları siyasi görüşleridir. Görüş üretmek ve bunları yüz yüze, kalp kalbe anlatmak ve tepkileri almak dünyanın yaşanası en güzel olgusudur. Ama bunlar konferans salonlarında yapılınca bir faydası olduğunu söylemek mümkün değil. Tuncay Özkan, eski siyaset günlerini hatırlattı ve açıkçası, bir iz bıraktı.


    Tuncay Özkan, Yazar, Siyasetçi

  • Mersin'e tek başınıza geldiniz. Gittiğiniz her yere böyle mi gidersiniz? Korumanız yok mu?

    Yanımda insanları dolaştırmayı zahmet olarak görüyorum. O yüzden insanları rahatsız etmeden tek başıma dolaşmayı uygun buluyorum.

  • Yazarsınız, televizyoncusunuz, kitaplarınız var ama özellikle son bir yıldır çok fazla konuşuluyorsunuz. Bu birden bire çıkış nasıl oldu?

    Aslında birdenbire bir çıkış olmadı. Bunun arkasında beş yıllık bir mücadele var. Ben bir medya grubunun başkanıydım. Param da vardı, imkanlarım da. Ama Türkiye'nin giderek daha kötü bir noktaya doğru ilerlediğini gördüm. O yüzden bu kavgayı başlattım.

    İnsanlar bu kavganın içerisinde ülkemizde öyle bir faşizm ile karşı karşıya kaldılar ki, büyük bir kesim ne yazık ki bu kavgadan dönmek zorunda kaldı. Biz halkın düşünüp de söyleyemediklerini söyleyen gazeteciler, azınlıkta kaldık. Siyasetçilerin sustuğu, konuşamaz olduğu Türkiye'de Cumhuriyet mitingleriyle birlikte biz halka tercümanlık edince, halk da bizi bağrına bastı. Yaşadığımız şeyin adı, tarifi bu. Biz halkçı insanlar olarak, halkın kazanması için kavga etmek zorundayız.

  • Biz Kaç Kişiyiz platformunda bir milyonu aşkın bir kitleye ulaştınız. Ne kadarlık bir hedef bekliyorsunuz?

    Biz bir milyon kişiden sonra dernekleşme yoluna gitmeye başladık. Şu anda iki dernek kuruyoruz. Bunlardan bir tanesi Biz Kaç Kişiyiz Derneği, diğeri de Memleket Sevdalıları Derneği. Türkiye'deki bütün üyelerimizi, bu iki dernek çatısı altında toplayıp, sivil toplum platformuna dahil edeceğiz. Amacımız, Türkiye'deki sivil inisiyatifi güçlendirerek, siyaset üzerinde baskı kurmaktır.

  • "Biz kaç kişiyiz?" diyorsunuz. Seçim sonuçları bu sorunun cevabı için bir gösterge teşkil etmiyor mu?

    Hayır. Biz bu soruyu sorarken de çok kişi olduğumuzu biliyorduk. Seçim sonuçları bunun bir göstergesi değildir. Biz çok kişiyiz. Önümüzdeki süreçte göreceğiz ki, Türkiye gerçek halkının sahip çıkmasıyla ayakta kalabilecektir. Çünkü bugünkü siyasal yapı tamamen halkın ve halkçılığın dışında, ulusal çıkarlarımızı göz ardı eden bir yönetim anlayışıyla Türkiye'yi kuşatmış durumda. Halk Türkiye ile kucaklaşarak ve Türkiye'ye sahip çıkarak bu iktidarı gönderecektir. Ben buna inanıyorum.

  • Siyasete girecek misiniz?

    Mutlaka siyasette yer alacağım. CHP Genel Kurultayını bekliyorum. Kurultayda CHP kendi içindeki yenileşmeyi, değişimi gerçekleştirirse düşüncem CHP içerisinde siyaset yapmak. Ama bu değişim sağlanamazsa kendi siyasi güzergahımı belirleyeceğim.

  • Yani yeni bir oluşum olabilir?

    Evet. Eğer CHP'de beklediğimiz değişim gerçekleşmez, siyaset olanağı bulamazsam, yeni bir oluşumla devam edeceğim.

  • Yeni bir oluşum solda bölünmelere sebep olmaz mı?

    Sosyolojik olarak ölen şeyleri diriltmek mümkün değildir. Türkiye'de sol partilerin büyük bir kısmı sosyolojik olarak ölmüş durumdalar. Onları varlık olarak kabul etmek büyük hata olur. Var olanı da öldürmemek lazım. Bizim öncelikle çabamız var olanın ölmemesi ve canlanarak iktidar olmasıdır.

  • CHP'de nasıl yer almayı düşünüyorsunuz? Mesela kurultayda genel başkanlığa adaylığınız söz konusu olabilir mi?

    Hayır, genel başkanlığa adaylığım söz konusu değil. CHP çok köklü, gelenekleri olan bir parti. Benim talebim, parti meclisinde görev almaktır. Onun dışındaki durumuma parti karar verir.

  • Genel seçimlerde CHP'ye mi oy verdiniz?

    CHP ye oy verdim.

    Şimdi, bakın, seçimde önemli olan şey; AKP'nin Türkiye üzerindeki sayısal çoğunluğunu aşağıya alabilmekti. MHP'nin AKP tarafından alınan yaklaşık % 12'lik oyu vardı. O oyları AKP'den alması için ve MHP'nin seçim propagandası sırasında dile getirdiği ulusalcı politikalar için, "sağcıysanız MHP'ye, solcuysanız CHP'ye oy verin" dedim. Ama MHP seçimden sonra ne yazık ki, bunu çok üzülerek söylüyorum, hala da niye olduğunu anlayamadığım bir politika değişimiyle AKP'nin ikizi haline geldi. İkiz politikalar yönetiyorlar. MHP'nin parlamentoya girmesi Türkiye açısından çok iyi olmuştur. Bizim söylediğimiz çok doğruydu ama MHP'nin bugün yaptıklarını gözden geçirmesi, kendisine bir çekidüzen vermesi gerekir. Çünkü bu durumda ona oy verenler ve ona oy verilmesi için çağrıda bulunanlar haklarını ve emeklerini helal etmezler. MHP de bu vebalin altında kalır.

  • Önümüzde yerel seçimler var. Mersin'de sizce hangi partinin şansı yüksek?

    Mersin'de yerel seçimlerde CHP'nin kazanmasını isterim. Çünkü ben Mersin'e yapılanları biliyorum. Bir de Mersin'in aldığı göç olgusunu biliyorum. AKP'nin göç olgusunu nasıl kullanmak istediğini biliyorum. Bütün bunlarla baktığım zaman, Mersin'de AKP'nin kazanması Mersin için bir felaket olur. Mersin çok göç alıyor. Kürt nüfus artıyor. Kürt nüfus üzerinde "ya diline ya dinine" diye bölücü propagandalar yapanlar ve Kürtler üzerinden mikro milliyetçilik yaparak Türkiye'de siyaseti yönlendirmek isteyenler Mersin'e çok zarar verirler. O yüzden, Mersin'in, kardeşliğine, birlikteliğine, bir olma haline sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum. Onun için de, bugünkü yönetimin önemli bir şans olduğunu görüyorum.

  • Seçim öncesinde birçok vaatler veriliyor. Bu bağlamda AKP'nin iktidar olması yerel seçimlerde şansını artırır mı?

    Şöyle düşünmek lazım. AKP'nin kazandığı yerlerde işsizlik sorununu çözdü mü? AKP seçimi nerede kazandıysa orada işsizlik artmıştır. Bunların hepsi yalandır, korkutma, kandırma taktiğidir. Türkiye'de işsizlik AKP döneminde büyüdü. Türkiye'de enflasyon arttı, büyüme düştü. Türkiye AKP eliyle yolsuzlukların, yoksullukların arttığı bir ülke haline geldi. Şimdi AKP ben gelirsem yatırım gelir söylemiyle oy almaya çalışıyorsa, Mersin korksun. O şu demektir: Mersin daha yoksul olacak, daha çok göç gelecek ve Mersin'de insanlar etnik kökende ve dinsel ayrım konusunda daha büyük sorunlar yaşayacaklardır. Mersin'le ilgili olarak merkezi hükümetin yaptığı hiçbir şey yok, göç almasını sağlamak dışında. Ayrıca, Mersin'in bu kadar teslimiyetçi olmaması Mersin için çok onur verici bir şey. Mersin bu noktada sınavı geçmiş bir kent. Ben o yüzden diyorum ki, palavralara Mersin'in karnı toktur. Mersin onlara tersini göstermesini bilir.
  • 2B Arazileri




    HEP KONUŞULAN, KENTLER MÜTEAHHİTLER VE ARAZİ MAFYASI. YA KÖYLER, TAŞRA BÖLGELERİ?

    Mersin A : Kısaca 2B olarak tanımlanan ve orman vasfını kaybettiği söylenen orman arazilerinin satışı 2003 yılında gündeme geldi. Tema Vakfının da içinde bulunduğu Ormanlarımıza Sahip Çıkalım Birliği'nin önderliğinde yapılan çalışmalar, kamuoyu ve 10'uncu cumhurbaşkanının tepkisi ile söz konusu arazilerin satışı engellendi. Ancak, 2B orman arazilerinin satışı yeniden gündemde. Hükümet bu uygulama ile ülkemizin bütçesine 25 milyar dolar gelir getirmeye hazırlanıyor. Peki, bu uygulama kimin işine nasıl yarayacak?

    M. Şükrü Altınova, Tema Mersin İl Temsilcisi

  • 2B orman arazilerinin satışı gündemde. Siz Tema Vakfı olarak neden karşısınız?

    2B, orman arazilerinin yeniden kazanılması değil, tam tersi, orman arazilerinin kaybedilmesidir. Bu, devlet eliyle yapılıyor. Ne şekilde bir kaybedilme? Devletin kadastro memurları içerisinde orman mühendisleri, teknisyenler orman kadastrosu da çıkarıyorlar. Bu orman kadastrosu çıkarılırken, raporda birtakım yerler orman arazilerinin dışına çıkarılıyor ve o bölgeler, verilen rapor sonucunda orman arazisi olma vasfını kaybediyor.

    Bu şekilde kaybetmenin tabii ki birtakım gerekçeleri var. Birtakım siyasal kayırmalar olabiliyor. Gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde olağan şeyler. Ancak, hiçbir ülkede bizim ülke kadar fazla değil. Dolayısıyla orman kanunundaki tabirinde orman vasfını kaybetmiş araziler olan 2B bir raporla orman dışına çıkarılıyor.

  • 2A nedir?

    2A ise orman içi ve orman çevresi köylerde, köylerin taşınmasını öngören raporlar sonucunda köylere 2B'lerin verilmesi. Maalesef 2B'ler şimdi 2A'lar için kullanılmıyor. Yani, raporlarda "bu köy buradan taşınması gerekir" dediğimizde, bir başka yerler bulunuyor. Halbuki 2B'lerin onlara ücretsiz verilmesi lazım, yerleşim için, onların geçimini sağlamak için. Ama bizim devletimiz ne yapıyor? Diyor ki "ben burayı satacağım" gelir elde edebilmek için. Biz de Tema olarak diyoruz ki "birçok nedenle satamazsın". Doğrudur; 2B Türkiye'nin kanser hastalığına yakalanmış bir gerçeğidir. 2B'nin çözümlenmesi gerekir. Ama çözüm böyle olmamalıdır.

  • Şimdi köylü 2B ile belki babalarından kalma araziyi satın alacak. Ya alım gücü yoksa?

    2B'yi kullanan birkaç grup var. Bir grup var, dediğiniz gibi yıllardır o araziyi işliyor. Bu grubun içerisinde yıllardır 2B arazisini imar etmiş, yani oradaki dağı, taşı, kayayı sökmüş setler yapmış, oraya bulduğu yerlerden topraklar taşımış ve o taşıdığı topraklar üzerine sera kurmuş, üretim yapan insanlar var. Ya da yine orman içi ve çevresi köylere gittiğinizde görürsünüz; ahır yapmış, hayvancılıkla uğraşıyorlar. Yine özellikle Aslanköy'e yolu üzerinde köylüler setler yaparak meyve bahçesi kurmuş üretim yapıyorlar. Buralar da 2B.

    Şimdi, mevcut hükümet bu saydığım yerleri kullanana satacağını, ama onlar almazsa ihaleyle satacağını söylüyor. Biz de Tema olarak diyoruz ki "8-10 yıldır Türkiye tarımı ileriye değil, geriye gidiyor. Türk çiftçisi kazanmıyor. Sürekli borcunu borçla kapatıyor. Dolayısıyla, bu durumda olan bir çiftçinin bu arazileri alması kolay değil. O zaman, sen sosyal devletliğini göster, buraları para pul almadan bu insanlara ver.".

    Buna rağmen, "satarım" deniyor. Bunun anlamı, vatandaş burayı alamazsa, bir başkasına ihaleyle satılacak. Bu durumda oralarda çok büyük problemler çıkar. Yani köylü o araziyi alamadı, arazi başkasına satıldı. Hiç o köylü buna razı olur mu? Orayı alan rahatlıkla işleyebilir mi? Devlet ve köylü karşı karşıya kalır.

  • Bir de orman içerisine yapılmış, ormanın bütünlüğünü bozmuş villalar görüyoruz. Onlar ne olacak?

    Özellikle İstanbul'a giderken İzmit'i geçtikten sonra karayolunun solunda ve sağında ormanların içerisinde öbek öbek siteler görürsünüz. Hiç oranın arsayla ilgisi var mı? Tamamen ormanın ortasında, ormanın bütünlüğünü, ekosistemini bozuyor. Tema'nın orayla alakalı görüşü, bu villaların yıkılıp arazinin orman haline getirilmesi yönündedir.

    Bunun dışında, Türkiye'de göç çok yoğun olarak yaşanıyor. Göç ettikleri yerlerde de umduklarını bulamayıp ekonomik sıkıntı yaşıyorlar. Daha sonra, yerleşim alanı olmayan yerlere bir göz dam yapıp içine oturuyorlar. Bizim ülkemizde hemşerilik ağır basıyor. Ufak tefek harçlığını çıkarıyorsa hemşerisini çağırıyor. Zamanla oralarda öbek öbek akrabalık ve gecekondular oluşuyor. Bir süre sonra, gelen hükümetler "oy alırım" düşüncesiyle oraya yol, su, elektrik götürüyor. Gün geldiğinde bakıyorsunuz, her türlü altyapı hizmetini götürmüş ve buralarda zamanla büyük kentler oluşmuş. Oralar şimdi birçok ilimizin nüfusundan fazla nüfusa sahip.

    Şimdi, mevcut hükümet gözünü oraya dikmiş "ben buraları satacağım" diyor. Peki, siz o zorlukları çektiniz, bugüne kadar geldiniz, orayı sahiplendiniz. Şimdi o evleri yıktırır mısınız? İnsanlar onları sınıra bile yaklaştırmazlar. Biz "orada kentsel dönüşüm politikası uygulanmalı" diyoruz. O insanlarla otur, bir protokol yap. De ki "Ben sizinle protokol yapıyorum. Her 300 metrekare arazisi olana buradan bir tane daire vereceğim.".

    Eğer deprem bölgesinde değilse, sen oraya 3-5 katlı binalar yapma, 15-20 katlı yap. Kalan arazileri de ağaçlandır. Arsa sahiplerine tapusunu verme ama 50 yıl kullanma yetkisi ver. Ama önce insanları inandır.

    Bir de, özellikle sahil kentlerinde insanlar çadır şeklinde gazino gibi yerler kurup yazın para kazanıyor. Buralara da geriye dönük kira uygulaması yap.

  • Orman içi ve çevresindeki köylerde yaşayan köylülerimiz orman müdürlüklerinin tespit ettiği sahada ağaç keserek para kazanıyor. Yeni anayasada bu sistemin değişip özel şirketlere verileceği doğru mu?

    Yeni uygulamada deniyor ki "Buraların kesimi ihaleyle herhangi bir şirkete verilecek. Bu Türk ya da yabancı şirket olabilir.". Neden? Çünkü kolla orman kesmek, oradaki işçiye para ödemek ekonomik değilmiş. Verecekler şirketlere, şirketler de araçlarıyla gereçleriyle girecekler, ormanı kesecekler ve yarı fiyatına mal olacak. Peki, şimdi bu insanlar orada nasıl yaşayacak? Geçim kaynağı o. Yeni anayasada bu madde var.

    Üstelik orman içi ve çevresi köylülerinin geçim kaynağının büyük bir kısmı hayvancılığa dayalıdır ve hayvancılığın başında da keçicilik gelir. Biz Tema olarak keçinin ormandan çıkmasını istiyoruz. Çünkü büyük zararlar veriyor. Bir tane yeni çıkmış filiz fidan bırakmıyor. Ama keçiyi çıkarırken orman içi ve orman çevresi köylülerinin geçim sıkıntısını karşılayacak projelerin de beraberinde getirilmesi lazım. Yani, bir işi yaparken öbür taraftan da onun alternatifinin bulunması lazım. Devlet olarak projeni ona göre hazırla.

    Zaman zaman yerel televizyonlarda göçerlerin hayatlarını görüyorsunuz. Mart ayında Toroslardan kalkıyorlar, Seydişehir'e kadar gidiyorlar. Konakladıkları için gidişleri aşağı yukarı 1,5 ay sürüyor. Her konakladıkları yere çadırlar kuruyorlar, keçilerin sütlerini sağıyorlar ve insanlara sütlerini satıyorlar. Şimdi son 5-10 yıldır bu göçerlerin süreleri kısaldı. 1,5 ayda gittikleri bir yere devlet diyor ki "15 günde gidilecek". Çünkü konakladığı zaman keçiler çevresine zarar veriyor. Bunda devlet haklı, ormanı koruyor. Ama o insanlar hayvanlarını otlatmadan, nasıl geçimlerini sağlayacaklar? Bunu düşünen yok. "Ben bunu uygularım" diyor, uygulanıyor da.

    Şimdi biz yüksek sesle söyleyip duruyoruz; tamam sen burada ormanı koruyorsun da, ama öbür tarafta oradaki insanların geçimini sağlayacak bir şey üretmiyorsun. Yasakçılıkla olmaz. Yasakçılıkla olsaydı bugün komünist rejimler yıkılmazdı. Hiçbir yere varamayız baskıyla yasakçılıkla. Bu da Türkiye'nin kanayan ayrı bir yarası.

  • Yani sonuç olarak bu değişiklikler köylüye yaramıyor. Yine maddi durumu iyi olan bir kesime yarıyor?

    Burada rant sağlayan bir kesim çıkacak tabii. "Ben parayı verdim, aldım" diyecek. Ondan sonra da oralarda imar planları yaptıracak, o tek katlı binaların yerine 15-20 katlı binalar dikilecek. Bunlardan bir kısım rant sahibi insanlar zenginleşecek.

    Ama hükümet "bu uygulama ile Türkiye bütçesine 25 milyar Dolar gelir getireceğim Türkiye bütçesine" diyor. Bizim de hesaplarımız var. Türkiye'de bu şekilde ihaleyle bölge bölge satılmış yerler var. Yanılmıyorsam 9.000 hektar satılmış şimdiye kadar. Bu satılan 90.000 dönümün birim fiyatını çıkaracak olursak, eski parayla 700 Lira, yeni parayla 7 Kuruş. Şimdi biz diyoruz ki "500.000 dönüm yeriniz olsa ve satmaya kalkarsanız, 3,5 milyar Dolar eder, 25 milyar Dolar değil".

  • Peki, neden öyle gösteriliyor?

    Nedenini bilmiyoruz. Nedeni belki, halkın tepkisinden çekinmek. Çünkü Türkiye, biliyorsunuz, bir 1995 krizi yaşadı. Arkasından 2000-2001 krizi yaşadı. Her yaşadığı kriz Türkiye'ye bir darbe vurdu. Şu an Türkiye'nin 200 milyar Dolar iç borcu, bir o kadar da dış borcu var. Türkiye'nin bütçesi nedir bugün, tahminen? 200 milyar Dolar. 200 milyar Dolar bütçe var, 400 milyar Dolar borç var. Dolayısıyla, Türkiye bir borç batağında, borcu nasıl ödeyeceğinin hesabında. Devlet işletmelerinin bu şekilde haraç mezat satılmasının anlamı bu, bence. Bu da "acaba o deliğe bir yama olur mu?" düşüncesinin bir sonucu.
  • Olcay Özkara




    Mersin A : Tarsus'ta yaşayan psikolog Olcay Özkara 12 yaşındayken görme yeteneğini kaybetmiş. Babasının en büyük hayali kızını okutup beyaz önlüklü görebilmekmiş. İlkokulu Ankara körler okulunda, orta okulu ve liseyi Tarsus Lisesinde okuyan Olcay Hanım, Hacettepe Üniversitesinde psikoloji bölümünü bitirdikten sonra Mersin Devlet Hastanesinde psikolog olarak yaşamını devam ettirmiş ve Tarsus Devlet Hastanesinden emekli olmuş. Öğretmen kökenli bir aileden gelen Olcay Hanım emekliliğinde de boş kalmamak, toplum için bir şeyler yapmak istemiş ve o dönemlerde gelen bir teklifi değerlendirerek CHP Tarsus meclis üyesi olmuş. Dört yıldır CHP içerisinde aktif siyasetle uğraşan ve aynı zamanda Görme Engelliler Derneği üyesi olan Özkara, bunun dışında, Halk Eğitimde çocuk gelişimi ile ilgili psikoterapiler veriyor, görmeyen çocuklara okuma yazma eğitimi veriyor. 1980'de başlattığı bir kampanya ile de Hacettepe Üniversitesini kazanan öğrencilere çeyrek altın dağıtıyor.

    Olcay Özkara hayatında karşısına çıkan en büyük engelin engelli olmak değil, toplum tarafından engellenmek olduğunu düşünüyor. O, demokratik kurum ve kuralların işlediği, yaşamın her alanında mevcut kısıtlamaların ortadan kalktığı bir ülkede yaşamak istiyor. Ona göre, her şey öncelikle engelliyi farklı görmemekle başlıyor.


    Olcay Özkara, Psikolog, CHP Tarsus Meclis Üyesi

    "Babam 1975'li yıllarda Yeni Ortam, Cumhuriyet gazeteleri okurdu. Gündüz işyerinde okuduğu gazeteleri akşam da eve getirir, bana okurdu. Uğur Mumcu Cumhuriyet'te yeni yazmaya başlamıştı. Babam bir gün bana bir yazısını okumuş, ardından da çok ağlamıştı. Bana "Kızım, ben belki göremem ama sen mutlaka göreceksin. Bu adam eceliyle ölmez. Bu adamı bin parça ederler." dedi. Ben Uğur Mumcu'nun bombalandığı günü göremedim ama yaşadım ve çok ağlamıştım."

  • Psikoloji eğitimi almak sizin seçiminiz miydi?

    Üniversite sınavına Ankara'da 16 görmeyen arkadaşla girdik. 1973 yılıydı. Ben liseden beri psikolojiye ilgi duyuyordum. 398 toplam puanla Hacettepe Psikoloji Bölümüne girdim.

    Hacettepeye kaydımı yaptırdığımda, kaydımı yapan profesör "sizin gibi bir öğrenciyi bu okulda okutmak bir onur olacak" dedi bana. Çok mutlu olarak Tarsus'a döndüm. Ancak, ertesi sabah dokuzda elime bir evrak geçti. Senato toplanmış, görme duyusundan yoksun olduğum için Hacettepe Psikoloji Bölümünde okuyamayacağıma karar verilmiş. Hemen Ankara'ya gittim. Hüsnü Arıcı ile görüştüm. Bana "Biz seni bu okula alırız ama psikoloji deneysel ve pozitif bir bilim; görme duyusuna ihtiyaç var, görsel birtakım dersler var. Eğer bunları yapamazsan, seni okuldan atmak durumunda kalırsak biz üzülürüz." dedi. Ben de "hocam, ben okuldan atılacak duruma gelirsem, öncelikle kendim ayrılırım" dedim. Okula alındım ve beş yıllık okulu beş yılda bitirdim. Diplomamı verirken Hüsnü Arıcı "ilk defa utanç duydum" dedi.

  • Meslek hayatınız nasıl başladı?

    Okulu bitirdiğimde elimde kapı gibi diploma ile Sağlık Bakanlığına müracaat ettim. "Özürlü insanlara öncelik tanınıyor" deniliyordu. Ama ben 6 ay boyunca Tarsus ile Ankara arasında mekik dokudum. Bakanlığa gidiyorum, "Psikolog tayini yok. Hele Mersin'de hiç ihtiyaç yok." diyorlar. Bir arkadaşım "Ankara'ya bu şekilde gidilmez. Sen eline bir milletvekili kartı alıyor musun?" dedi. Ben de o zaman milletvekili olan Nazım Baş'a gittim. Bana özel kalem müdürüyle görüşmem gerektiğini söyledi. Görüştüm ve Mersin Devlet Hastanesinde göreve başladım.

  • Neden psikolog olmak istediniz?

    İnsanları tanımaktı amacım. Çünkü insanlar bana göre çok değişken. Tabii, psikolog olduktan sonra anladım bunu. İnsan en önemli faktör. Bence evrensel anlamda insan hayatın öznesi. Ben bütün yatırımın insana yapılmasına inandığım için psikolog oldum ve de mesleğimde çok başarılı oldum. Ağlayarak yanıma gelen insanlar gülerek çıktılar.

  • Mesleğiniz süresince, engelli olmanız sorun yarattı mı?

    Ben o mücadeleyi Tarsus'ta 20 sene verdim. Burada en etkin olan şey cehalet. Her şeyle baş ettim, cehaletle baş edemedim. Yani karanlıktan korkmuyorum cehaletten korktuğum kadar. Bu, bütün görmeyenlerin sorunu. Göreve başladığımda yüzüme karşı "görmeyen bir insan nasıl okuyabilir?" diye soranlar oldu. Özürlü bir insanın taşrada yaşaması çok zor. Ama ben bunun mücadelesini verdim. Ama her yerde her zaman ayağıma çelme takıldı.

  • Siyasete nasıl girdiniz?

    Bir gün telefonum çaldı. Telefondaki ses "Olcay Hanım, sizi CHP'den meclis üyesi adayı göstermek istiyoruz. Kabul eder misiniz?" dedi. Ben o güne kadar meclis üyesi nedir, ne yapar bilmiyordum. "Tabii ki" dedim. "Sizi Adil Aktay arayacak" dedi. Daha sonra Adil Bey aradı, "teklifimizi kabul ediyormuşsunuz, çok memnun olduk" dedi. "Sabah sizinle görüşmek üzere evinize gelmek istiyorum" dedi. Ben de kabul ettim. Ben hemen İstanbul'daki bir arkadaşımı aradım. "Meclis üyeliği ne demek?" dedim. Güldü bana. "Belediyeyle ilgili sorunların tartışıldığı, aylık toplantıların yapıldığı bir yer" dedi. Sonra Adil Bey geldi; çok kaliteli bir insan. Hayatımda bu kadar iyimser, kültürlü bir insan görmedim. Bu çevrede böyle insanlara rastlamak zor. Benle çok ilgilendi. Ben de Adil Bey'in yüzünü kara çıkarmadım dört senedir özverili olarak çalışmalarımı sürdürüyorum.

  • CHP'nin şu andaki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Ben CHP'nin güçlenmesinden yanayım. Tarihçesi önemli olan bir parti. Fakat yıpratılıyor gibi geliyor bana. Daha tutarlı ve güçlü olmalı. Bu da sıkı bir çalışma, kendi içinde bütünlüğü gerektiriyor.

  • Önümüzde yerel seçimler var. Sizce Tarsus'ta CHP'nin şansı nedir?

    Geçen dönem çok sıkı bir çalışma yapmıştı. Bence CHP'nin durumu Tarsus'ta iyi. Ama bana göre herkes belli bir yerde olmalı. Düşüncelerin paylaşılması önemli. Yani bir tek kelimeyle ayrılıyor insanlar birbirinden. Bu çok üzücü.

  • Siz aktif çalıştınız mı?

    Tabii ki. Mesela aylık toplantılarını hiç ihmal etmedim. CHP'ye oy verilmesi için birçok insana telefonla ulaştım.

  • Siyasete nasıl devam etmeyi düşünüyorsunuz? Milletvekili olmak ister miydiniz?

    O kadar düşünemem. Sanmıyorum. Ben emekliyim, evdeyim. Boş durmamak, toplum için bir şeyler yapmak istiyorum. CHP'de meclis üyesi olmaktan çok memnunum ama bu kadar.
  • Balık Çiftlikleri ve Nükleer Santralin Mersin'de İşi Ne?




    MUSA TİMUR İLE HER AY

    Mersin A : Mersin'e balık çiftlikleri kurulabilmesi için çalışmaların yapılması geçtiğimiz ayın en çok konuşulan konusu oldu. Bu durum şu soruyu gündeme getirdi. Balık çiftlikleri, nükleer santral ve turizm… Üçü bir arada olur mu?

    Musa Timur, Mesiad Yönetim Kurulu Eski Başkanı

  • Mersin'e balık çiftliklerinin kurulması, bu ay en fazla konuşulan konumuzdu. Bir tarafta balık çiftlikleri, bir tarafta Akkuyu'ya nükleer santral. Mersin nasıl turizm kenti olacak?

    Hem balık çiftliklerinin kurulmasına izin verilmesi ve bu durumun Ege'deki balık çiftliklerinin Mersin'e taşınmasına yol açması hem de nükleer santralin Mersin'e yapılması bir arada düşünüldüğünde, bu durum Mersin'in turizmine direkt balta vurulması anlamına gelir. Yani, Mersin'in turizmini olumsuz etkiler, hatta yok olacak seviyelere indirir.

    Burada bir çelişki söz konusu. Gerek turizm otoritelerinin gerek başbakanın Antalya'dan sonra Doğu Akdeniz'i Türkiye'nin çok önemli bir turizm merkezi haline getirip turizm gelirlerini ikiye üçe katlamak gibi bir projeksiyonu olduğu söyleniyor. Böyle bir hedef var. Şu anda turizmden 10 milyar Dolar elde ediyorsak, 2020'de 40 milyar Dolar gelir elde edeceğiz. Bu gelirin en büyük bölümü Doğu Akdeniz'den olacak. Doğu Akdeniz'in en önemli noktası da Mersin. Durum böyleyken nükleer santrali Mersin Akkuyu'da kurmak ve Ege'deki balık çiftliklerinin buraya transferinin yollarını açmak bu düşünceye tezat oluşturmaktadır.

  • Aslında Mersin turizmde geçmişte bir şanssızlık yaşamıştı?

    Bu yaşadığı şanssızlık, Mersin'i bir üvey evlat, Antalya'yı gözbebeği yapmıştır. Niçin? Antalya'daki kamu arazileri, Antalya'daki maliyenin arazileri, orman arazileri turizm merkezi ilan edilerek bu merkezler tahsis yoluyla yatırımcılara verilmiş ve üstelik de yatırımların üzerine teşvik verilmiştir.

    Mersin böyle bir şey hiç yaşamadı. Mersin Antalya ile rekabet edecek gücü hiçbir zaman elde edemedi. Oysa 1960'larda Mersin turizm merkeziydi. Daha sonra bakanlar kurulu kararnamesiyle turizm merkezi olmaktan çıkarıldı. Çıkarıldıktan sonra da yerel yönetimler Mersin'in bütün turizm kaynaklarını, alanlarını konut izni vererek ortadan kaldırdılar, yok ettiler ve yüzlerce kilometrelik bir sahil yazlıklarla beton haline getirildi.

    Şimdi ise, geçmişte Mersin'e yapılan böyle bir haksızlığı telafi etmek gerekirken, bu haksızlığı gidermek gerekirken, Mersin yeni bir haksızlıkla karşı karşıya bırakılıyor.

    Bu haksızlığı gidermenin yolu sivil toplum kuruluşlarının, kamuoyunun, basının ciddi bir güç birliğiyle karşı duruş göstermesidir. Bu ancak bu şekilde sağlanabilir.

  • Mersin'de birlik neden oluşamıyor?

    Geçmişte de Mersin'de sivil toplum kuruluşları, kurum ve kuruluşlar ve basın birlikte hareket etmenin yolunu bir türlü bulamadılar. Ama turizm olayı bu memleket için büyük ve önemli bir olay. Biz 1992'de Mersin sahillerini tarayarak "nereleri turizm bölgesi ilan edilebilir?" diye orduevinden bir uçakla kalktık, kameraman arkadaşlarla beraber Mersin sahillerini görüntüledik ve dört tane noktayı, bakanlar kurulu kararnameyle turizm merkezi ilan etti. O zaman Mesut Yılmaz başbakandı. Seyhan Kazanlı Turizm Merkezi de onlardan birisidir. Şimdi bakıyorum; 1992'de başlayan bir mücadele var ama şu anda 2008'e gelmişiz, hala sonuç alamamışız. Bunun tek nedeni toplu bir şekilde dayanışma, yüreklice bir sahiplenme olmayışıdır.

  • Nükleer santrallerle ilgili ne düşünüyorsunuz?

    Ben nükleer santralin yer seçimine karşıyım. Mersin'in turizmine zarar vereceği için karşıyım. Nükleer santrale daha uygun bir yer bulmak gerekir. Zararsız olduğunu kabul etseniz bile, bugün çevrecilik dünyada çok gelişmiştir. Turist Avrupa ülkelerinden, turizmin çok geliştiği ülkelerden gelecektir. Ama nükleer santralin ismi geçtiğinde bile turizmde caydırıcılık teşkil eder. Mersin turizmden çok şey bekliyor ve turizmin olduğu yerde nükleer santral olmaz.

  • Ama özellikle Akkuyu çevresinde nükleer santrallerin Mersin'e yapılmasını isteyen insanlarımız var. Bu nasıl bir çelişkidir?

    Burada halkı eleştirmek yerine önderleri eleştirmek gerekir. Bu sorunları çözecek önderlerdir. Zaten bizim ülkemizde halkı muhatap alacak bir yapı yoktur. O ileri demokrasilerde olur. Onun adı katılımcı demokrasidir. Halk yönetime kendi kurum ve kuruluşlarıyla katılır. O zaman halk yönetenler tarafından muhatap alınır. Ama böyle bir demokratik yapı yoksa, yani demokrasi bu kadarsa, o zaman yönetenler halkı muhatap almazlar. Yani yönetenler sadece ve sadece güçlü kurumları muhatap alırlar.

  • Sonuç olarak biz "turizm kenti olacağız" diyoruz ama Mersin'e balık çiftlikleri, nükleer santraller layık görülüyor. Mersin'in önü mü kesilmek isteniyor?

    Bana göre Mersin'in önü kesilmek isteniyor değil. Mersin'in önü zaten kesilmiştir. Bu bir gerçek. Mesela niçin bizim turizmimiz Antalya kadar gelişmemiştir? Bu soruya cevap vermeye çalışacak olursak, psikolojik ve sosyolojik birçok bilim dalını irdelemek gerekir. Ben diyorum ki, Mersin'in önü kesilmiştir.

    Şimdi de, Sayın Başbakanın "ikinci turizm hamlesi" dediği bir hamle, büyük bir hedef var. Şimdi de onun önü kesilmeye çalışılıyor. Olay bu. Bu nedir? Ekmeğin önünün kesilmesidir. İş ve istihdamın önünün kesilmesidir.

  • Peki, hangi maksatla önü kesiliyor?

    Ben burada maksat aramıyorum. Olaya bilinç meselesi olarak bakıyorum. Bilgi, birikim meselesi. 20 yıl boyunca sivil toplum hareketi içerisinde bulunduk. Maksatlı olduğunu düşünmüyorum. Kimse kusura bakmasın. Net bir şekilde söyleyeyim. Bunun sebebi beceriksizlik…
  • Berdan Parkı




    Mersin A : Eskiden bu yana regülasyon alanı olan, balicilerin, uyuşturucu kullananların mekanı haline gelen Tarsus Barajı, Tarsus Belediyesi tarafından DSİ 6. Bölge Müdürlüğünden kiralanarak, muhteşem bir mekan haline dönüştürüldü. Baraj parkları, piknik alanları, gösteri merkezi, spor alanları, yürüyüş yollarıyla Tarsusluların özellikle hafta sonlarını geçirmek için birinci tercihi oldu. Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz'ın bundan sonraki amacı projeyi daha da geliştirip Berdan Nehri'nin iki tarafında düzenlemeler yapıp projeyi turizm alanı ilan edilen bölgeye kadar uzatmak. Böylelikle Tarsus Barajı'nı sadece Tarsus halkının değil, Adana ve Mersinlilerin de birinci tercihi yapmak.

    Burhanettin Kocamaz, Tarsus Belediye Başkanı

  • Baraj kullanılmaz haldeydi. Çalışmalarınıza ilk olarak nasıl başladınız?

    Baraj, Çukurova'nın en önemli mesire yerlerinden birisi. Yaşanan olumsuz olaylar ve çatışmalardan dolayı DSİ o bölgeyi kapatmak zorunda kalmıştı. Biz uzun yıllardır o bölgeye talip olduğumuzu açıkladıysak da DSİ'ye yaptığımız müracaatlar bir şekilde engelleniyordu. Nihayet 1,5 yıl öncesinde, Kaymakamlığın da bölgenin belediyeye tahsis edilmesi görüşü üzerine talebimiz yerine getirildi. Şu anda yıllık yaklaşık 80 bin YTL civarında para ödüyoruz. Aslında bu tür yerlerin belediyelere direkt tahsis edilmesi lazım. Neticede orayı kullanacak olan halktır, yani hizmet halka olacak. Ancak, siyasi sebeplerden dolayı bu tahsis olayı biraz geciktirildi. Fakat 1,5 yıl önce kamuya ait tüm mallar Hazineye devredilince, biz de DSİ'nin olurunu aldıktan sonra Mal Müdürlüğünden kiraladık ve projelerimizi başlattık.

  • Çalışmalarınız kaç dönümlük bir alanı kapsıyor?

    Şu ana kadar yaklaşık 350-400 dönümlük bir alan düzenlemeye tabi tutuldu. Ancak, bizim düzenleyeceğimiz, halkın kullanımına açacağımız toplam alan 2300 dönüm. Şehir merkezinde Kültür Parkı içerisindeki hayvanat bahçesini de baraja taşıyacağız. Şu anda projesi hazırlanıyor. Yakında ihaleye çıkaracağız.

  • Baraj çevresinde devam eden yenilikler neler?

    Biz bölgeyi spor, kamp, piknik alanı ve regülasyon alanı olarak düzenlediğimizde ve bunların yanına bir de hayvanat bahçesini koyduğumuzda, sadece Tarsus'un değil, Çukurova'nın kalbi orada atacak. Üstelik şehir merkezine iki kilometre mesafede, şehrin içerisinde oluşmuş bir regülasyon alanı dünyanın hiçbir yerinde yok.

    Bunun dışında, yazlık sinema olarak da kullanabileceğimiz, konserler düzenleyeceğimiz gösteri merkezimiz, yürüyüş yollarımız, spor alanlarımız, otoparklarımız, insanların rahatça oturabilecekleri kamelyalarımız ve oradaki market, manav, fırınımız, insanların dini inançlarını karşılayacak camimiz insanlara hizmet edecektir.

  • Bu çalışmalar bittiğinde proje tamamlanmış mı olacak, yoksa yenilikler olacak mı?

    Tabii, proje çok büyük. Projede 400 metrekaresi kapalı, geri kalanı açık olmak üzere 1000 metrekarelik bir lokanta projesi var. Futbolcuların, öğrencilerin kamp kurabilecekleri projeler var. Yani, proje büyük bir proje. İki üç senede bitecek bir proje değil. Bizim amacımız önce; regülasyon alanıyla beraber Berdan Nehri'nin her iki tarafında düzenlemeler yapıp D-400 karayoluna kadar getirmek. Berdan Nehri'nin rehabilitesinden sonra ise, bu çalışmayı turizm bölgesi ilan edilen bölgeye kadar götürmek. Bütün bunlar kademe kademe gerçekleşecek. Gerçekleştikten sonra ise; Mersin'e 25 kilometre, Adana'ya 35 kilometre uzaklıkta, insanların gece gündüz gelip faydalanabileceği, gezip eğlenebileceği bir yere dönüştürülecek. Bütün gayretimiz Tarsus'un tanıtımı için.

  • Ömer Çetinkaya




    Mersin A : Biz onu Çetinkaya Mağazaları yönetim kurulu başkanı, Mersin'de istihdamın açık kapısı olarak bildik. Ama Ömer Çetinkaya'yı tanıyınca o kapının arkasında derin bir geçmiş, kültür ve tasavvufun olduğuna tanıklık ediyoruz. Ömer Çetinkaya'ya göre başarının sırrı, inanmak ve çok çalışmaktan geçiyor. Gerisi mi? O zaten kendiliğinden geliyor…

    Ömer Çetinkaya, Çetinkaya İcra Kurulu Başkanı, Yönetim Kurulu Üyesi ve Mağazalar Genel Müdürü

  • Aslen Elazığlısınız. Ama Çetinkaya Mağazaları ilk Adana'da kuruldu. Bu nasıl oldu?

    Akıl düşünür, hep uygulamak ister. Bu zaten aklın işidir. Fakat kader de akla bakar, hep güler. Neden? Çünkü o bilir ne olacağını. Kader tabii ki çok önemli.

    Bizim işimizde başarılı olmamızın ön önemli sebebi, anne babamızdır. Annem idadi mezunuydu. Çok güzel Fransızca, Arapça bilirdi. Çok kültürlüydü. Biz Elazığ'ın köyünde okuyorduk. O köyde doğan insanların birçoğunun yaşamı üç beş kilometre ilerideki bir köyü görmeden son buluyordu. Yani doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor ve o köyde ölüyordu. Şimdiki gençlerin dünya parmaklarının ucunda. Bizim ise okumamız gerekiyordu. İlkokulda okurken annem bize dünya klasiklerini okuttu. Mevlana'nın Mesnevi'si, Dante, Dostoyevski… Babam ise olgunlaşmış, yol gösteren insanlarla birlikte olmuş, onların elinden geçmiş, kendi tabiriyle irfan mektebinde okumuştu. Benim babam çok adildi. Geçmişini ve geleceğini çok iyi gören birisiydi.

    Bizim köyde okul olmadığından, en büyüğümüz ilkokulu 15 yaşında bitirdi. Zaten köydeki boş olan bir evi annem tamirat yapmış, ilk öğretmeni de kendisi olmuştu. Sonradan, nahiyeden öğretmen gelmişti. Köyde ilk üniversite okuyan ağabeyimdi. İstanbul hukukta okudu. Hepimiz okuduk ama ağabeyim Fehmi Çetinkaya'yı babam üniversiteye göndermemekte diretmiş. Annem "neden?" diye sorduğunda "onun kafası ticarete çalışıyor" demiş. Annem "köyde nasıl ticaret yapacak?" diye sorduğunda, "yapar yapar" demiş. 17 yaşına gelince babam ona diyor ki "hadi, sen git İstanbul'a". İstanbul'da iken bir sene sonra mektup yazıyor, "gel, Adana'ya yerleş" diyor. Adana'ya gelerek terzilik yapıp gömlek dikmeye başlıyor.

  • Neden Adana?

    Biz ataerkil bir aileyiz. Babam "Adana'ya yerleş" dedikten sonra bir şey diyemezsin. Gel, diyor. Daha sonra, Elazığ'da ortaokul okuyan kardeşime "sen de Adana'ya git, hem oku hem çalış" diyor. Derken, ilkokulu bitiren Adana'ya geliyor ve biz Adanalı oluyoruz.

    Ben Adana'yla Mersin'i pek ayırt etmiyorum. Adana'da ticaret yaparken Mersinlinin çoğu bize gelir alışveriş yapardı.

    Biz ikinci mağazamızı İstanbul Bakırköy'de açtık. Mersin'de yer bakıyorken şimdiki merkez mağazamızın olduğu yerde karar kıldık. Şu an Mersin'deki mağazamız Türkiye'nin en büyük mağazası. Daha sonra birçok noktada Çetinkaya mağazaları açıldı.

  • Alışveriş merkezleri dönem dönem sıkıntılar yaşıyor. Çetinkaya'nın orta kesime hitap etmesi Mersin'in ekonomik yapısı göz önüne alındığında artı mı sağlıyor?

    Bu tabii, bir bilgi beceri meselesi. Bir de, ilgi ve alaka meselesi. Biz büyüme olarak Türkiye'de büyüme oranının iki mislisi seviyesindeyiz. Hedef kitlemiz orta kesim. Fakat orta kesime hitap ediyor olsak da, üst kesimin tercih ettiği ürünleri de uygun fiyata onlara sunuyoruz. Yani sadece orta derecede mal satmıyoruz.

    100 metrekarede kurulu olan bir mağazanın, ürünleri bizim gibi uygun fiyata alması mümkün değil. Çünkü orası 100 metre. Ama Çetinkaya Türkiye'de 250.000 metrekarede müşterisine hitap ediyor ve ikinci sirkülasyonu çok yüksek. Dolayısıyla da, diyelim ki küçük alışveriş mağazaları günlük iki üç tane marka satıyorsa Çetinkaya Türkiye genelinde bunun 100 mislisini satıyor. Tabii bu durum fiyatlara yansıyor, bu da müşteriyi memnun kılıyor.

    Bunlara ilave olarak; Çetinkaya olarak yüzde yüz bu ulusun sermayesi olduğumuzu söylemek gerekir. Çalışanlar da, üretenler de…

  • Mersin'de kalifiye eleman sorunu yaşanıyor. Bu sorun sizce nasıl çözülür?

    Kalifiye elaman sorunu istihdamın sağlanmasıyla çözülür. Bu konuda da hepimize iş düşmektedir. Mesela benim şu an önemli bir projem var.

    Adana'da 15 satış noktasında kolay ve yakınınızda indirimli marketler yaptık. Projenin ikinci ayağı Mersin. Aşağı yukarı istihdamımız 10 misli artacak. Önümüz kesilmezse 10 senede istihdam edebileceğimiz insan sayımızın 20.000 olacağını düşünüyoruz. Sanayisiyle, yan işleriyle, bu rakam 60.000 kişidir. 60.000 kişinin her biri beş kişiye baksa, bu rakam 300.000 kişidir.

    Gerçi biz şu ana kadar hep güzel işler yaptık çünkü sıfırdan yaptık her şeyi. Eğer hayalleriniz yoksa, gerçekleştireceğiniz bir şey de yok, demektir. Türkiye iyi bir potansiyel. Türkiye iyi bir potansiyel olmasa herkesin gözü Türkiye'nin üstünde olmazdı. Sahip çıkmamız lazım ama lafla değil, üretmekle. Herkes üretmeli. Dünyada hiç kimse bize dost olmaz. Eğer kimliğinizi Türkiye'nin herhangi bir yerinden almışsanız, sizin dostunuz sizden olan bu vatandaşlardır. Başkası olmaz. Onun için, herkesin aklını başına alması gerekir. Herkesin kucaklaşması, "Mersin için, Türkiye için ne yapabilirim?" diye kendisine sorması gerekir.

  • Son zamanlarda türban tartışmaları var. Ama Çetinkaya mağazalarına baktığımızda türbanlı bayanlarla başı açık bayanlar uyum içinde yıllardır çalışıyor. Hiç sorun yaşadınız mı?

    Biz Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan gibi olabiliyorsak, o zaman mükemmeliz. Biz bir anket yapsak ve sorsak "en sevdiğiniz nedir?" diye, herhalde birçoğumuz "sevgi" der, "yaşam" der. Peki, siz insanlara sevginizi nasıl belli edeceksiniz? Tek kalıba sokmakla mı belli edeceksiniz? İnsanları olduğu gibi kabul etmek gerek. Herkesi bağrınıza basmak gerek. Biz insanları bağrımıza bastık. Anne babalar 10 sene önce gelip "Ömer Bey, benim çocuğumun başı örtülü diye kimse işe almıyor" derlerdi. Biz niye kabullenmeyelim ki?

    Allah kullarını yaratırken birisini iki gözlü, diğerini tek gözlü yaratmıyor ki. Hepsini eşit görmüş ve eşit yaratmış. Bence insanları bazı alışkanlıklarından dolayı mağdur etmemek gerekir. Biz etmedik. Etmediğimizden dolayı da insanlar, Türk milleti bize daha çok itibar etti. Yani, biz çok basit şeylerle uğraşıyoruz. "İstismar ediliyor" deniyor. Öyleyse, ettirmeyelim. Bizimle sadece türbanlı değil, değişik inançta olan insanlar da 15 senedir çalışıyor. Adam işini güzel yapıyor mu? Asıl ona bakmak lazım.

  • Necati Çetinkaya'nın kardeşisiniz. Aktif olarak siyasette yer almayı düşünüyor musunuz?

    Kargıpınarı şubemizin açılışını Tayyip Erdoğan yapmıştı. Mersin'in açılışını kim yapmıştı? Tansu Çiller rahatsızlanınca DYP Manisa milletvekili yapmıştı. Adana açılışını da Turgut Özal yaptı. Biz siyasi bir kimlik değiliz. Bu da bir eksiklik. Siyasi görüşünüz olabilir ama birileri seçilmişse sahiplenmeniz gerekir. Yani oy vermesek bile "başbakanımız" demeyi bilmemiz gerekir. Biz öyle medeni olmalı, geniş düşünmeliyiz. Amerika Avrupa öyle yapıyor. Biri seçilmişse, "tamam bitti, artık benim de başkanım" diyor. Onun için de, bu ülkeler farklı. Bizim farklı olabilmemiz için, o tip saplantılarımızdan kurtulmamız gerekir.

    Siyaset yapılıyor Türkiye'de. Ben de siyaset yapıyorum. "Ne siyaseti?" derseniz, ticaret üzerine siyaset yapıyorum.
  • Bitkilerle Hayat Bulmak




    MÖ 3000 yıllarında kullanılmaya başlanan şifalı bitkiler 2000'li yıllarda modern tıbbın ilerlemesiyle önemini kaybetmeye, alternatif tıp olarak kullanılmaya başlandı. Oysa 17'nci yüzyılın ortalarına kadar tıp okullarında İbni Sina'nın şifalı bitkilerle tedaviyi anlatan Kanün Fit Tıp kitabı ders kitabı olarak okutulmuş, kaynak olmuştu. Yıllar geçtikçe, kimyasal ilaçların yan etkileri ortaya çıkınca, bitkisel beslenmeye tekrar dönüş sağlandı.

    Mustafa Önel 62 yaşında bir Mersinli. Geçmişten beri bitkilere merakı olsa da, emekli olduktan sonra bitkiler ve Akdeniz mutfağı ilgi alanına tam olarak girmiş. Şu anda ise Mersin'de yetişen bitkileri hayata geçirip tanıtmanın yollarını arıyor. İlk bakışta, enerjisi ve görüntüsü itibariyle 62 yaşında olduğuna inanmak mümkün değil. "Siz benim böyle göründüğüme bakmayın. Bir de 10 sene önceki halimi görseydiniz." diyor.

    Geçmişte zayıf bir bünyeye sahip olan ve bu sebeple sık sık hastalanan Mustafa Bey Akdeniz'de yetişen bitkileri kullanmaya başladığında bünyesinde önemli değişiklikler olduğunu fark etmiş. En önemli değişim gözlerinde olmuş. Geçmişte uzak yakın gözlüğü kullanırken gözlük kullanmamaya başlamış. Zamanla zayıf bünyesi daha enerjik, daha zinde bir görünüm kazanmış. En son anemili bir hastaya kan vermeye gittiğinde doktor "55 yaşından sonra kan verilmez. Akyuvarlarda azalma oluyor." dese de dinletememiş. Kanı verdikten sora ise şaşırmış, "evet, sen kan verebilirsin" demiş. Ona göre bunun tek sebebi sağlıklı beslenmesi, yani bitkiler.

    Mustafa Bey'in ilk keşfi Akdeniz'de kayaların denize bakan yüzünde yetişen ve zeytin yaprağına benzeyen, yeşil yaprakları olan, iyot ve fosfor yüklü birçok minerali bünyesinde barınan Karakoruğu olmuş. Ona göre Karakoruğu içerisinde bulunan iyot, hücre solunumunu hızlandırdığı için hücrelere daha fazla oksijen gidiyor ve bu arada fosforu da yakıyor. Bundan dolayı, vücut ısısı bir derece artıyor. Bu da insana enerji veriyor. Karakoruğu yediğiniz zaman ya da çayını içtiğiniz zaman yorulmak nedir, bilmiyorsunuz. Minerallerinden dolayı da bir dinçlik veriyor. Turşusu ise mükemmel oluyor.

    Mustafa Bey'in bölgemizde yetişen bitkiler içinde ikinci keşfi ise deniz börülcesi. Emekli bir öğretmen "sen bölgende Karakoruğunu buluyorsun, deniz börülcesi de aramalısın" deyince İzmir dolaylarında yetişen deniz börülcesini aramaya başlamış. Üç yıl önce demir yüklü, sağlığa çok yararlı olan, özellikle bayanların rağbet ettiği, kan hastalıklarına iyi gelen deniz börülcesini bulmuş. Deniz börülcesinin salatasını yapıyor, zeytinyağı haline getiriyor. Tüketiminin kolay olduğunu düşünüyor.

    Mustafa Bey'in üçüncü bitkisi kedi tırnağı adıyla da anılan Kapari. 15 sene önce Kıbrıslı bir mühendisten kapari yapmasını öğrenmiş. Kapari Türkiye'den toplanıp daha çok Avrupa'da tüketiliyor ve en fazla yaşlıların masasında bulunuyor. Bu bitkinin nohut büyüklüğündeki tomurcukları çok önemli. Tomurcuklar suda bekletiliyor, tatlandırılıyor, daha sonra turşu kurar gibi kuruluyor. Çeşitli yemekleri yapılan kapari, sabah kahvaltısında da yeniliyor, salata ve makarna üzerine de konuyor. İçerisine domates ve maydanoz rendeleyip üzerine zeytinyağı döküldüğünde ise mükemmel oluyor. Dünyada 300-400 meze ve yemekte kullanılıyor. Gaziantep'te ise yemeği yapılıyor. Prof. Enis Dalkılıç bu bitkinin birçok hastalıkta ama özellikle kan hastalıklarında çok iyi sonuç verdiğini söylüyor.

    Karakoruğu kayalık, deniz börülcesi çorak yerlerde yetişiyor. Akdeniz sahillerinde ise belli mevsim ve dönemlerde yetişiyor. Karakoruğunu Taşucu, Aydıncık, Anamur, Gazipaşa da bulmak mümkün. Deniz börülcesine Silifke ve Tarsus sahillerinde rastlanıyor. Kapari ise her yerde yetişiyor. Kaparinin tomurcuğunun haricinde bir de meyvesi bulunuyor. Buna da karpuzcuk ya da acıhıyar deniyor. Taneleri büyük olup kornişona benziyor. Kapari için devlet teşvik de veriyor.

    Deniz börülcesi Nisan ayında çıkıp Ağustos ayına kadar bulunuyor. Ardından Haziran ayında kapari başlıyor.

    Mustafa Bey'e göre Mersin'de insanlarımız çok yanlış besleniyor. Her ne kadar alışmış da olsak tantuni ve kırmızı eti bu kadar fazla tüketmeyip beyaz eti tercih etmemiz gerekiyor. Mersin mutfağının en büyük avantajının ise, etlerin yanında bolca tükettiğimiz otlar olduğunu düşünüyor. Ona göre Mersinliler aslında bitkilere alışık. Ama daha fazla bilinçlenip Akdeniz mutfağını Ege mutfağı gibi tanıtmamız gerekiyor.

    Kadir Akyol




    Mersin A : Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü son sınıf öğrencisi Kadir Akyol bugüne kadar 30'un üzerinde karma ve kişisel sergi düzenledi.

    Gündelik hayattan stilize edilip ayrılmış sıradan ilişkiler, kişiler (portreler) bu resimlerde tebessüm, şaşkınlık ve yenilgi duygusu arasında gidip gelirken, anlamasak bile anlama serüveninin bir parçası olmanın mutluluğunu yaşamak, resmin içindeki portrenin, ifadenin, algı dünyasına hapsedilmiş iki boyutlu düzlem üzerinde resimlerin, üstü renklerle belli bir düzene göre boyanmış düz bir yüzey olmasından uzaklaşarak matematikle, sezgiyle bir araya getirmeye çalışmak, bir resim okumaktan çok, kişiyi bir "sorun, bilmece çözme göreviyle" karşı karşıya getirmeye çalışmak olarak ifade ediyor çabasını Akyol. Amacı ise "resim nasıl yapılır?" sorusunu arayan bir cevap.


    Kadir Akyol, Ressam

  • 'Sokak Çocukları' adlı bir serginiz oldu. İsmi neden metamorfoz?

    Son dönem çalışmalarımda figür ağırlıkta. Lirik denemeler, diyebileceğim denemelerim var. Ama bu yıl sokak çocukları adı altında bir dizi çalışmam oldu ve o sokak çocukları için yaptığım resimler belli bir aşamadan sonra değişime, başkalaşıma uğradı. Gittikçe görsel sanatlar bünyesi içerisinde değişime uğrayınca bir ismi olmasını istedim. İsmini metamorfoz koydum. Şu anda ağırlıklı olarak portre resimleri yapıyorum. Ama ismi portre resimleri olarak geçiyor. Normalde ben bunlara portre demiyorum. Amacım portre çizmek değil; ben portreyi araç olarak kullanarak çağdaş resimler yapmaya çalışıyorum. Bir problemim var. O problemi, malzemeyi, kullanabilmeyle örtüştürüyorum. Yani, "problem artı malzeme kullanımı eşittir sanat nesnesi haline dönüştürme" gibi bir durumum var.

  • Neden sokak çocukları?

    Ben Bahçe Mahallesi'nde büyüdüm. Benim büyüdüğüm ortam pek iyi değildi. Sonuçta ben o çocukların arasında büyüdüm. Üniversite okudum, saçım uzadı ama o günleri unutmadım. O yaptığım resimler kendi hayatımdan bir kesit gibi. Samimi ve gerçek.

  • Mersin'de sergilere ilgi nasıl?

    Mersin'de "biz bizi ağırlarız" diye bir laf var. Sanatla ilgilenen 50 kişi vardır, bir sergi açılır, o 50 kişi gider sergiye. Başka bir sergi açılır, yine o 50 kişi gider. Aradaki tek fark; ben bir sergi açarım, benim bir çevrem varsa ziyaretçiler 50+25 gibi bir sayıya ulaşır.

  • Yani yeteri kadar talep yok?

    Yavaş yavaş artıyor ama yetersiz. İnsanlarımız hala sanatın, resmin ne olduğunu bilmiyor. Ama yeni yeni ipuçları bulup çözmeye çalışıyorlar. Manzara, natürmort, at resimlerini beğenmekten çok, soyut resimleri ya da kavramsal işleri beğenmeye yöneliyorlar.

  • Sergilerde insanlar hep resmi anlamaya çalışır. Peki, anlayabiliyorlar mı?

    Bu, yavaş yavaş oluşacak bir şey. Bizim de anlamadığımız resimler oluyor. Mesela bazen ben yaptığım resmi anlamıyorum. Benim işim resim yapmak. Yaptığımı sanat eleştirmeni yorumlar. Yani herkesin alanı farklıdır. Ama benim alanım resim yapmak. Picasso demiş ki "ben yaparım, kişiler istedikleri gibi yorumlarlar". Ben bir resme bir isim koyduğum zaman, başka bir isim konmaz. Ama ucunu açık bıraktığım zaman herkes bir yorum yapabilir ve birçok insana hitap etmiş olur.

  • Resimleriniz oldukça ilginç. Yani ucunu bayağı açmışsınız?

    Sergilediğim bir resim vardı; kadınlık organının olduğu yere ayna, altına da kirli bir ped yerleştirdim. "Bunu niye yapmaya çalıştın, neden yaptın?" gibisinden birçok eleştiri geldi. Ben çok bir şey söylemek istemedim. Yani, kendimce fikirlerim vardır ama yazabileceğim ya da anlatabileceğim bir şey olsaydı, eminim orada herkesle paylaşırdım. Yazabilme gücüm olsaydı yazardım ya da kitap çıkarırdım. Ben resim yapmayı biliyorum.
    Bu resimler mesela anlatılırken nasıl anlatılır?

  • Bundan sonra sergileriniz devam edecek mi? Çalışmalarınıza Mersin'de mi devam edeceksiniz?

    Samimi olmam gerekirse, sıkıldım sergi açmaktan. Mersin'de para kazanmak imkansız. İstek ve sipariş gibi etkenler üzerine resim yapılıyor ama o da bizi pek açmıyor. Maddiyatı düşündüğünüzde, piyasacı ressam oluyorsunuz. Bu da sanatı tehlikeye atıyor. Bu imkansızlıkları düşündüğümde, Mersin'de kalmayı düşünmüyorum. Ama maddi olarak güçlendiğim zaman dönebilirim. Mersin'siz olmaz.

  • Türkiye'de ressamlar neden para kazanamıyorlar?

    Ressamlıktan para kazananlar var ama onlar da yurt dışıyla bağları olduğu için para kazanabiliyor. Onun dışında, yerel sanatçılarımız bu işi hobi olarak yapıyorlar. Türkiye Rönesansı yaşamadı. Bir İtalya'dan bahsedersek, onlar Rönesansı yaşadı. 700 yıllık bir geçmişleri var. Felsefecileri, yazarları var. Açıkçası bizi temsil edecek hiç kimse yok.
  • Mersin Havaalanı



    Mersin A : Birkaç yıldır konuşulmakta olan havaalanı ihtiyacı, son haftalarda resmen dile getirilmeye ve yeri üzerinde görüşler sunulmaya başlandı. Gerçekten ihtiyaç olup olmadığı bir kenara, en azından yerinin bugünden belirlenmesi ve özellikle sınai ve turistik planların bunun üzerine kurulması Mersin'in önünü bir nebze açacaktır. Uluslararası bir havalimanı bugün için zorunlu olmasa bile, tahsislerin buna göre geniş bir alanda yapılması, zaman içinde gerektikçe yeni düzenlemelerle geliştirilmesi doğru olabilir. İlk adımda uluslararası bir havalimanı olarak inşa edilmesi, özellikle turizm alanındaki bir kısmı halen sürmekte olan araştırmalar için ve altyapı ve düzenlemeler için ihtiyaç duyulan kaynağı harcamak anlamına gelebilir.

    Bize göre, uluslararası çapta olsa bile bu havaalanı asla yeterli değildir. Mersin'in coğrafi ve demografik yapısı gereği, Çukurova ile olan bağlantısının da samimi olarak güçlendirilmesi hedefleniyorsa, bu havaalanından öncelikli olarak, sanayi ve tarım sektörlerinin faydalanabilmesi sağlanmalı ve ihracatı, özellikle de yaş meyve sebze ihracatını hızlandıracak şekilde yapılandırılmalıdır. Zira, Mersin bugün hala gerçek turizm etkinliklerini ve bunlar için neler inşa etmek, uygulamak ve şekillendirmek gerektiğini tartışma pozisyonunda değildir. Zamanla bunun böyle olduğu, küçük uçak sahaları ile birlikte, daha ileri bir yerel hava ve deniz ulaşım ağının oluşturulması gerektiği ortaya çıkacaktır.

    Fakat hepsinden önemli bir konu, kurulacak havaalanın sahasında bugün yaşamakta ve geçinmekte olan vatandaşların durumunun ve arazi değerlerinin ne olacağı sorusudur. Bugün gelinen noktadan sonra, konu ile ilgili inisiyatif alan kişi ve kurumlardan, ortaya çıkacak olan bu soruna adil ve sosyolojik açıdan uygulanabilir bir çözümü araştır"t"malarını ve sivil toplum içinde bir ortak düşüncenin oluşması için tartışmaya açmalarını beklemekteyiz. Çünkü hiçbir vatandaşın yaşam şekli ve kazanımları hiçbir değerden ve yatırımdan değersiz ve önemsiz değildir.


    Numan Olcar, Olcar Tur

    Mersin'in önceliği havaalanı değil. Bugün Mersin'de havaalanı olmasının da turizme menfi bir katkısı olduğu yönündeki bilgiler de doğru değil. Sadece, Adana Havalimanının yetersizliği söz konusu. Adana Havaalanı yeni bir yere yapılacaksa ki, yıllardır bu konuda çalışmalar var, bu konuda sanırım aklın yolu birdir. Baharlı mevkiine, yani Yenice civarındaki bir noktada, aynı zamanda otobana ve çevreyollarına da bağlantısı olan bir noktada yer alması uygundur. Ama havaalanı Mersin için şart mıdır? Hayır, değildir. Havalimanlarının açılması veya açılmaması şehrin turizmine çok etki eden bir faktör de değildir. Ben geçtiğimiz günlerde Milano Fuarındaydım. Orayı örnek vereyim. Milano'nun kendi havaalanı olan Malpensa Havaalanı, şehre 65 kilometre mesafede ve arabayla yaklaşık 45 dakika sürüyor. Yani, şu an bizim Adana'ya gidiş süremizden daha uzunca bir süre. Bugün "Milano'da turizm yok" diyebilir miyiz? Hayır. Aynı şekilde, Alanya Antalya'ya 130-140 kilometredir. Şu anda Gazipaşa Havaalanı gündemdedir ama havaalanının olmaması Alanya'nın turizm potansiyelini etkilemiş midir? Kesinlikle hayır. Dolayısıyla, ben havaalanının Mersin'in gündeminde öncelikli bir proje olduğunu düşünmüyorum.

    Şu ana kadar söylenen birtakım noktalar var. Mesela; Kumkuyu bölümünde bir havaalanı yapılması projesi var. Ben bunu muhtelif yerlerde de söyledim. Aynı zamanda, AtlasJet'in icra kurulunda görev yapıyorum. Burası statik olarak uygun bir alan değil. Sebebi de şu. Uçakların, alçalma yaptığı yerde deniz seviyesine sıfır olarak yaklaşmaları lazım. Yer yansımasını, yer gücünü uçağın almaması lazım. Aksi halde, bugün Trabzon örneğinde, Kahramanmaraş örneğinde olduğu gibi, havaalanında birtakım sıkıntılar yaşanır. Konum olarak hiç müsait bir yer değil. Ayrıca, bölgedeki yüksek hava akımları da uçuş hareketleri için uygun değil.

    Zaten, dikkat ederseniz, Adana Havaalanından kalktıktan sonra Mut koridoruna girmedin önce, uçaklar her zaman bir türbülansa girer. Bunun sebebi, oradaki alçak ve yüksek hava akımlarıdır. Bölgede iki yerde kuvvetli hissedilir. Bir tanesi İskenderun Yarımkaya mevkii, diğeri yine Silifke mıntıkasındaki bahsettiğimiz nokta.

    Dolayısıyla, turizmci olarak şuna karşıyım. Bir şeyi yapmış görünmek yapmak yanlıştır. Ancak, mevcut olan şeyi daha iyi bir noktaya götürmek için birtakım adımlar atılabilir. Ama şu anda bana sorarsanız, ben bir turizmci kimliğiyle, bu sektörden ekmek yiyen, bu sektöre 20 senesini vermiş bir insan vasfıyla bu konuda mevcut sorun olarak sadece Adana Havaalanının yetersizliğini söyleyebilirim.

    Umarım o da uygun bir büyüme sağlar ya da arzu ettiğimiz şekilde Yenice'ye nakledilir ve artık "Çukurova havaalanı" şeklinde ortak bir isimle anılır. Konu bana kalırsa, budur. Sorunuzu iki konuda cevaplamaya çalıştım. Birinde teknik olarak durumunun, diğerinde havaalanının olmamasının Mersin'e menfi bir katkısının olmadığının altını çizdim. Yani "havaalanı yok, Mersin'de turizm de yok" denemez. Böyle bir şeyin arkasına sığınmak doğru değil.

    Hüseyin Uğur, Mersin Turizm Derneği Yönetim Kurulu Üyesi

    Adana'ya üç sene önce günde iki uçak iner kalkardı. Ama şimdi, özel sektörün de devreye girmesiyle günde en az 10-20 tane uçak inip kalkıyor. Türkiye'de havaalanları bu projeksiyon doğrultusunda gelişti ama hatalı şekillerde yapıldı. İhtiyaç olmayan yerlere havaalanı yapıldı. Bir örnek verirsek; Gaziantep'te havaalanı var, Kahramanmaraş'ta da var. İki şehrin arası 80 kilometre. Halbuki ikisinin arasına yapılsaydı, bugün işlevsel bir havaalanı olurdu. Şu anda ne Kahramanmaraş'ın, ne de Gaziantep'in havaalanı doğru kullanılıyor. Kurulan yer de çok tahlil edilmedi. Dağların inişinden dolayı sağlıklı değil. Bunun dışında, bir örnek de Gazipaşa'daki havaalanı. Hiçbir hava durumu kontrol edilmeden buraya havaalanı kuruldu.

    Mersin'e gelince; aslında Adana Havaalanı Mersin için yeterli. Çünkü Adana Havaalanı Mersin'e 60 kilometre uzaklıkta. Ancak, Adana Havaalanı şehrin içinde kaldı. Bugün çok kıymetli bir arazi içerisinde. Yıllardır Mersin ile Adana arasında bir çekişme vardır, Adana'ya yapılsın, Mersin'e yapılsın, diye. Biri Karataş diyor, biri Tarsus, diyor. Adana'yla Mersin'in arası 60 kilometre 30'uncu kilometrede Tarsus var ve bugün Tarsus kıyı şeridi turizme açılıyor. Bu bağlamda, en güzel yer Baharlı bölgesidir.

    Bizim tek uluslararası havaalanımız Atatürk Havalimanı'dır. Diğerleri uluslararası değil. Bu açıdan, bölgemize bir havaalanı yapılacaksa, burada taşımacılık da olmalıdır, kargo da olmalıdır. Neden? Çünkü Mersin sadece turizme hitap eden değil, aynı zamanda tarımda da gelişen bir ildir. İhraç edeceğimiz domatesimizin, muzumuzun nakliyesi zamanında yapılmazsa çürür. Örneğin, Portekiz'de incir ulaşım kolaylığından dolayı erken çıkar ve 40 milyar Dolarlık ciro yapar. Bizim ulaşımdan dolayı eksikliğimiz, dezavantajımız zaten var. Bunların hepsini bir araya getirip düşünürsek, turizm, tarım, taşıma, Mersin Limanı açısından en doğru yer Baharlı'dır. …ve uluslararası bir havaalanı olmalıdır. Bu, bir.

    Bu havaalanı turizm için yeterli midir? Değildir. Çünkü Mersin'in kıyı şeridi 326 kilometredir. Bu 326 kilometrenin batısı hala bakirdir. Tabii ki, o bölgede de havaalanı olmalıdır. Ancak, biz önceliklerimizin ne olduğunu tespit edemiyoruz. Bugün yat limanları yapıldı. Ben karşı değilim yat limanlarına; yat limanları da gerekli bu ülkede. Ama yat limanlarından önce, turizmi getireceksek havaalanları yapılmalıdır. Maliyetleri de yüksek değil. Kumkuyu'da böyle bir havaalanı çalışması yapıldı, ihale açıldı. Fakat siyasi konjonktürden dolayı durduruldu.

    Türkiye'deki siyasilerde şöyle bir yapılanma var. Bir siyasinin yaptığı çalışma öbür siyasi geldiğinde iptal edilir, iptal eder. Niye? Çünkü "falan kişi yapmış, derler" diye. Ülkenin eksikliği, gelişmemesinin nedeni de bundan dolayıdır. Mesela bir kurum Mersin adına bir çalışma yapıyor, baş tarafına kendi logosunu koyuyor. Oysa öncelik Mersin olmalıdır. Havaalanı projesini de sadece Mersin olarak düşünemeyiz.

    2023 yılında Çukurova'nın nüfusu 20 milyon olacak. Mersin'den Hatay'a kadar üç dört ili kapsayan, "Çukurova hinterlandı" dediğimiz bölgenin içinde metropol bir şehir olacak. Bunların çok doğru bir şekilde düzenlenmesi lazım. Bunu sadece turizm açısından düşünürsek, hata yaparız. Mesela, Yumurtalık bölgesi Türkiye'de enerji bölgesi haline geliyor. Turizm planı, sanayi planı gibi planlamalar bugüne kadar hep ayrı ayrı yapıldı. Halbuki bunu bir bütün olarak görüp, havaalanıyla, limanıyla, enerjisiyle, turizmiyle çok doğru bir şekilde korursak gerçekten ülkenin gelişmesine yardımcı oluruz.

    Kısaca, ben derim ki, Baharlı olmazsa olmaz bir havaalanı yeridir. Bunu bütün kurumlar biliyor. Adana da buna ikna oldu. Bana göre ikna oldular. Karataş'a havaalanı yapılsın, deniyor. Buradan ben Adana'ya gideceğim, Adana'dan Karataş'a gideceğim?… Halbuki Baharlı Tarsus için de, Adana için de, Niğde için de en uygun yerdir. İkincisi, bu havaalanının kargolu uluslararası bir havaalanı olması gerektiği. Böyle olursa Niğdeli elmalarını getirir, yükler. Bütün dünyaya tanıtır.

    Clinton'un çok güzel bir lafı vardı, 1997'de. "Bin yılı hayal edeceksin, yüz yılı düşüneceksin, elli yılı planlayacaksın" demişti. Onlar bu inançla çalışıyorlar. Ama biz yarınımızı hayal edemiyoruz, nasıl planlayalım?

    Osman Gökçeoğlu, Atılım İnşaat

    Biz Hollandalı, Danimarkalı, Rus yatırımcılarımızla toplantılar yaptık. Havaalanı yapılacak yeri gittik, gördük ve gerekli olduğuna kanaat getirdik. Biz Ayaş ile Taşucu arasındaki bölgenin turizm alanı olarak çok ciddi fırsatlar sunduğunu düşünüyoruz. O bölge bakir bir bölge. Eğer havaalanı gelirse çok ciddi gelişim gösterecektir. Havaalanı gelmezse bakir hali devam edecektir.

    Bizim projelerimizin tümü yabancılara satılmış durumda. Özellikle Belçikalı ve Danimarkalı gruplara. Bu insanların da bütün sıkıntısı havaalanı. Havaalanı oraya geldiği anda biz inanıyoruz ki, istesek de istemesek de o bölge Hollanda, Danimarka, Belçika bölgesi olmaya doğru gidiyor. Ama bu süreci hızlandırmanın tek yolu havaalanı.

    Bizim Narlıkuyu adı altında bir projemiz var. Bu projede Belçikalı ortaklarımız Narlıkuyu bölgesini çok önemsiyorlar. Başka bir Kızkalesi yarımada projemiz vardı. Biz orayı Belçikalı bir gruba sattık. Onlar da orada villa projesi düşünüyorlar. Orada beş yıldızlı bir otel projemiz var. Bizim ve Belçikalı ortaklarımızın kaygıları, "biz oraya çok güzel şeyler yapacağız ama bunların hepsini çeşitli aktivitelerle desteklememiz gerekiyor" şeklinde. Bu anlamda o bölge çok fakir. Hedef kitle olan üst kademe insanları otobüsle buraya taşıma şansımız yok. Bölgeyi bir turizm merkezi yapabilmemiz için üst kademedeki insanları buraya çekmemiz gerekiyor. Ama havaalanı yoksa o insanları buraya getirmek çok ciddi sıkıntı içeriyor. O yüzden biz havaalanını gelişmede kilit nokta olarak görüyoruz. Bu, birincisi.

    İkincisi; orada çok rahatlıkla bölgesel tabanlı turizm kalkınması yapılabilir, hükümetin desteğiyle. Buna ihtiyaç var çünkü Alanya, İzmir, Ege, Antalya, hepsi gelişimlerini tamamlamış ve çok profesyonelce çok ciddi bir rekabet yaratmışlar. Buralara devlet yardım edebilir ve bu şekilde bölgede gelişmeler olabilir ama Avrupa'nın düşük gelirli insanlarına hitap eder. Ama havaalanı olursa gelişme kaliteli olur.

    Devlet desin ki "burada AB'nin desteğini alarak turizm amaçlı bölgesel bir kalkınma yapmak istiyorum". Bu desteği de çok iyi alacağına inanıyorum. AB'nin hibeleri kullanılamıyor, böyle bir sıkıntı var Türkiye'de.

    Turizm bakımından Sayın Kürşat Tüzmen'i bu bölge için bir avantaj olarak görüyorum. Çünkü Kürşat Tüzmen olaya çok yukardan bakabiliyor. Turizmi de çok iyi bilen bir bakanımız. O bölgeye Ticaret ve Sanayi Odamızın önderlik etmesiyle, diğer sivil toplum örgütlerinin destek vermesiyle, devletin de oraya "evet, ben burayı geliştirmek istiyorum, turizm amaçlı bölgesel kalkınma programı hazırlıyorum" demesiyle zaten havaalanı yapılacaktır. Bence böyle bir gündem oluşturulması lazım.